Hakan Gülseven

Hakan Gülseven

‘Cumhuriyet’in sonu...

Şimdi, yani 100 yıl sonra, öyle bir genel kanaat var ki, sanki tüm Anadolu İstiklal Harbi’ne katıldı, işgalcilere karşı yek vücut olundu, neticede büyük bir ulusal zafer kazanıldı, zafer ‘cumhuriyet’ ile taçlandırıldı...

Böyle bir şey yok.

Kurtuluş Savaşı esnasında İstanbul ve Anadolu işbirlikçi doluydu. İşgalden kurtuluş, cumhuriyetin kuruluşu, neredeyse her adımda milli mücadeleyi sabote eden işbirlikçilere rağmen gerçekleşti.

Basit işbirliğinden söz etmiyorum.

Kuvayı Milliye mensuplarını yakalayıp işkence eden, zindana atan, öldüren işbirlikçi Osmanlı devlet mekanizmasının önde gelen askerleri, polisleri, kadıları; İstiklal Harbi’nin yenilgiye uğraması için cephede isyan çıkaran hainler; halkı Kuvayı Milliye aleyhine galeyana getirmeye çalışan satılık kalemler...

Pek yaygın bir bilgi değildir, Lozan barış görüşmelerinin en çekişmeli geçen başlığı, İstiklal Harbi döneminde Saray’a ve başta İngilizler olmak üzere işgal kuvvetlerine hizmet etmiş işbirlikçilere bir genel af çıkarılması konusuydu. Af Lozan’la beraber yürürlüğe girdi. Çetin pazarlıklar sonucunda 150 kişinin affedilmemesi -ardından vatandaşlıktan çıkarıldılar- hususunda anlaşma sağlanmıştı.

‘Anlaşma’ dediysem, Ankara Hükümeti zayıftı ve İngilizlerin dayatmalarını kısmen kabul etmiş oldu. Yoksa, hainlerin sayısı ne 150’si, ne 1500’ü... Çok daha fazlaydı...

Takip eden yıllarda vatandaşlıktan çıkarılanların pek çoğu Balkanlar ve Ortadoğu’da İngilizlere hizmete devam etti. Bildiğiniz İngiliz ajanı olarak.

Peki memleketin içinde?

Esas olarak Nakşibendiler Osmanlı Sarayı’nın makbul tarikatıydı. Göbekten hanedana bağlıydılar. Pek çok imtiyaz ve menfaat elde etmişlerdi.

TARİKATLAR HEP PADİŞAHÇI OLDU

İkinci Meşrutiyet’e karşı gerçekleşen ve 31 Mart Vakası diye anılan karşıdevrimci kalkışmanın arkasında onlar vardı. İngilizlere çalışan Kıbrıslı Nakşi ‘Derviş Vahdedi’ ile Saidi Nursi’nin yolları İstanbul’da yayınlanan padişahçı Volkan gazetesinde kesişiyordu. ‘Türk Sağı’nın babası Prens Sabahattin ile de buluşma noktaları 31 Mart kalkışmasıdır.

Tarikatlar 31 Mart’ın arkasındaydı, İstiklal Harbi’nin de karşısında konumlandılar. Ardından cumhuriyetin...
Çünkü imtiyaz ve menfaatlerini yitirmişlerdi.

Tarikatlar hep padişahçı oldu, eski altın çağlarına dönebilmek için de hep emperyalizmden, o gün için emperyalizmin merkezi olan Britanya İmparatorluğu’ndan medet umdular.

31 Mart kalkışmasını destekleyen, sonradan ülkeden kaçan Prens Sabahattin her daim cumhuriyetin karşısında konumlandı. Türkiye’deki emperyalizm dostları –ki sonradan ‘Türk sağı’nı oluşturanlardır- onun görüşleri üzerinden, tarikatlara yaslanarak kendilerini var ettiler. Bir dönem ‘sol’ tabir edilmeyen lakin cumhuriyetin kurucu partisi olan CHP’nin karşısına kim çıktıysa, kendini tarikatlarla var etti. Nakşibendiler ve sonra Nurcular ‘Türk Sağı’nın insan kaynağı oldu.

Sebep?

Cumhuriyet, tarikatları kısmen de olsa ezerek yükseldi. Anadolu’da ve İstanbul’da derin kökleri olan padişahçı ve İngilizci bu örgütleri kontrol altına almadan yeni bir toplumsal yapı yaratılamazdı zira.

Mustafa Kemal Atatürk’ün tarikatlara dair ettiği lafın arka planında, memleketteki aydınlanma ihtiyacının yanı sıra, bu gerçeklik de vardır:

“Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır... Hayatta gerçek yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fenden başka yol gösterici aramak gaflettir, dalalettir, cehalettir.”

TÜRKİYE CUMHURİYETİ BUNU BAŞARMIŞTI

Cumhuriyetin kurucu ideolojisinden söz edilecekse eğer, aydınlanmanın yanı sıra ‘milli bağımsızlık’ önemli bir yer tutar. Tarikatlar milli bağımsızlık üzerinde bir tehditti. Yasaklanmalarının temel gerekçesi, padişahçı-karşıdevrimci örgütlenmelerin engellenmesiydi.

Günün dünyasında ‘milli bağımsızlık’ hayal gibi görünüyor ama Türkiye Cumhuriyeti ‘birinci dönem’ tabir edebileceğimiz yıllarda bunu başardı.

Cumhuriyetin ilk döneminde dengeli bir dış politika izlendi. Lenin döneminde ulusal bağımsızlık mücadelelerini destekleyen ve Türkiye’yi örnek gösteren, ardından güney sınırında sorun istemeyen Sovyetler Birliği ile dostane ilişkiler yürütüldü. Hatta Türkiye sanayisi bu ilişki üzerine bina edildi.

Aynı dönemde Ankara, İngilizlerin ajanlarından da, ‘müstakil cumhuriyet’i hedef alan girişimlerinden de her daim haberdardı ama Batı’yla ilişkilerini de belli bir mesafede tuttu.

İkinci büyük savaştan bu sayede uzak kaldık.

Ne var ki buraya kadar...

Türkiye Cumhuriyeti ikinci büyük savaş sonrası oluşan yeni dünya düzenine yenildi. İktisadi zorluklar memleket içindeki dengeleri değiştirmişti.

Hani bir dönem ‘Birinci Cumhuriyet’, ‘İkinci Cumhuriyet’ lafları konuşuluyordu ya... Birinci Cumhuriyet zaten 1950’li yıllarda sona erdi. Prens Sabahattin’in ideolojik gıdasıyla beslenen, emperyalistlerle bağları kuvvetli, büyük toprak sahiplerini etrafında toplamış kadrolar o dönemde giderek inisiyatifi ele almaya başladı. Demokrat Parti’nin kuruluşu ve iktidara yükselişi ‘Birinci Cumhuriyet’in sonu oldu.

Türkiye Demokrat Parti’yle beraber emperyalizmin mutlak yörüngesine girdi. Üstelik çok aşağılayıcı bir biçimde...

Kore’ye asker gönderilmesi ve ardından gelen NATO üyeliği bizi bugüne sürükleyen ‘sonun başlangıcı’ oldu. O dönemde ABD Dışişleri Bakanı olan John Foster Dulles, “Türk askeri çok ucuza geliyor, maliyeti 23 cent” demişti.

Türkiye’yi emperyalizmin uşağı haline getiren ve bunu her geçen yıl pekiştiren ‘Türk sağı’nın daha sonra ‘aziz’ haline getirilen velinimeti Adnan Menderes ve ardılları hep tarikatlara yaslandı. Cumhuriyetin yasakladığı fakat asla bitiremediği tarikatların insan kaynağını bir oy deposu olarak gördüler, zaten emperyalizm yanlısı ideolojik köklerinden ve ilişkilerinden beslendiler, 12 Mart ve 12 Eylül’lerle hakimiyetlerini pekiştirdiler, geldik 2000’li yıllara...

2000’li yıllar ‘İkinci Cumhuriyet’in, esasında bir bütün olarak cumhuriyetin çöküşüne işaret ediyor.

Kaderin acı cilvesi, şimdinin ‘muhalif’i Ahmet Davutoğlu zamanında AKP’nin teorisyenliğine soyunmuşken, cumhuriyeti 2023 itibarıyla kapatılması gereken “yüz yıllık bir parantez” olarak tarif ediyordu. Şimdi hangi parantezleri kapatmaya uğraşıyor, bilemiyoruz ama geçmişinde 10 Ekim Ankara gar katliamı başta olmak üzere kapatılacak epey sorunlu vaka var.

TASFİYE DÖNEMİ

‘Parantez’e gelirsek...

O parantez kapandı hakikaten.

İkinci savaş sonrası dünya düzeninde her tarafı delik deşik olmuş Türkiye Cumhuriyeti, 20 seneyi aşkın AKP iktidarı altında giderek içi boş bir kabuğa dönüştü ve cumhuriyet olma vasfını fiilen kaybetti.

Bundan kasıt nedir?

Cumhuriyet her şeyden önce Osmanlı’nın ‘kul’ saydığı halkı ‘vatandaş’ haline getirmişti. Ne kadar becerilebildiği tartışılır ama vatandaşlık hukukunun ve hakkının yasalar ve kurumlar tarafından garanti altına alınması hedeflendi.

AKP iktidarı altında Türkiye’de vatandaşlık hukuku, aslında genel olarak hukuk ortadan kalktı. Anayasal kurumlar tahrip edildi, böylelikle ‘kuvvetler ayrımı’ şeklen de olsa bitti.

Abdülhamitçi Volkan gazetesinde başlayan Nakşibendi ve Saidi Nursi ittifakının yeniden vücut bulmuş hali olan AKP, emperyalist Batı’nın tam desteği, hatta fikri kurgusuyla iktidara yükseldi. Başta ordu olmak üzere eski cumhuriyetin yozlaşmış kurumlarını hep beraber tasfiye ettiler, sonra da kendi içlerinde iktidar savaşına giriştiler.

15 Temmuz darbe girişimi bir kanadın diğerini bastırmasıyla sonuçlandı. AKP, Nurcular üzerine oyun kuran ABD’den vazgeçmeden, bir taraftan emperyalizmle hakimiyet alanı mücadelesindeki Putin’den rüşvet alan, petrol zenginlerine imtiyazlar vererek cebini dolduran ama ülkeyi iktisadi ve tabii toplumsal bir felakete sürükleyen ucube bir siyasi vaka haline geldi. Saray etrafında utanç verici bir rejim teşekkül etti.

Bugün gelmiş olduğumuz aşamada bir cumhuriyetten söz etmek mümkün değil.

Tarikatlar sayesinde cehalete ulaşan, o cehaleti örgütleyen, gücünü o cehaletten alan, cumhuriyetin hedef aldığı ne varsa hepsini ihya eden bir karşıdevrimden söz ediyoruz.

Türkiye’nin geleceği çok karanlık. Bu durumda cumhuriyetin 100. yılı falan kutlanmaz, kutlanırsa da saçma sapan bir iş yapılmış olur. Cumhuriyet son bulmuştur. 31 Mart’ın ve İstiklal Harbi’nin hainleri gibi, sokakları hilafet naraları atanlar doldurmaktadır.

Haliyle, bugün anılması gereken, Kurtuluş Savaşı’dır. Ve ne yazık ki, kurtuluş savaşları hiç kolay değildir. Cüret ve cesaret ister.

Bu yazı toplam 2909 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
Hakan Gülseven Arşivi