Açılım mı, saçılım mı?
Ön not: Neo-Abdülhamid Devri başlıklı seri yazılara başlamışken Suriye’deki gelişmeler ve ‘İkinci Kürt Açılımı’ süreci gündeme geldi. Açıkçası, her iki gelişme de Neo-Abdülhamid Devri yazılarında anlatmaya çalıştığım yeni dönemle şaşırtıcı derecede örtüşüyor. Bunu önümüzdeki yazılarda okur da fark edecektir. Lakin önümüze ‘servis edilen’ şu ‘ikinci açılım süreci’ni değerlendirmek başlı başına önemli. Seri yazılara, kendi mantığı içinde, bu yazının ardından devam edeceğiz...
***
Malumunuz, DEM Parti Van Milletvekili Pervin Buldan ve İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, İmralı'da PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüştükten sonra, partiden Öcalan’ın mesajı olduğu söylenen bir metin maddeler halinde açıklandı.
Süreci değerlendirmeden önce, izninizle, bütün maddeleri aktarıp her maddeye bazı sorular eklemek istiyorum:
- Türk-Kürt kardeşliğini yeniden güçlendirmek tarihi bir sorumluluk olduğu kadar tüm halklar için de kader belirleyici bir önem ve aciliyet kazanmıştır.
“Türk-Kürt kardeşliğini güçlendirmek” neden şimdi “tarihi bir sorumluluk” olmuştur? Mesela, 1984, 1987, 1990, 1993, 1999, 2007 ya da başka tarihlerde Türk-Kürt kardeşliğini güçlendirmek tarihi bir sorumluluk değil miydi? Ayrıca, tam da bugün, tam da şu anda “Türk-Kürt kardeşliği” neden “tüm halklar” için “kader belirleyici bir önem ve aciliyet kazanmıştır?”
- Sürecin başarısı için Türkiye’deki tüm siyasi çevrelerin dar ve dönemsel hesaplara takılmadan inisiyatif alması, yapıcı davranması ve pozitif katkı sunması elzemdir. Bu katkıların en önemli zeminlerinden biri de şüphesiz TBMM olacaktır.
Geçmişte işine gelmediği noktada masaları deviren AKP ve tarihinde Kürtler için katliamdan başka hiçbir siyasi hat savunmamış olan MHP şimdi ‘İkinci Açılım Süreci’ başlatarak “dar ve dönemsel hesaplara takılmadan” mı inisiyatif alıyor? Öte yandan, TBMM sadece bir “katkı” zemini midir? Tüm bir sürecin TBMM eliyle yürütülmesi esas doğru yöntem değil midir? Bugüne dek tüm ‘süreç’ler neden halktan ve TBMM’den gizli biçimde, MİT ile İmralı arasında geliştirilmiştir? Ya da, Oslo Ankara’dan daha mı yakındır?
- Gazze ve Suriye’de yaşanan hadiseler göstermiştir ki, dışarıdan müdahalelerle kangrenleştirilmeye çalışılan bu sorunun çözümü artık ertelenemez bir hal almıştır. Bunun ciddiyetiyle doğru orantılı bir çalışmayı başarıya ulaştırmak için muhalefetin de katkı ve önerileri değerlidir.
Gazze ve Suriye ile önümüze aniden atılan ‘İkinci Açılım Süreci’nin bağlantısı nedir? Gazze ya da Suriye’de yaşananlar ‘sopa’ niyetine mi örnek veriliyor? Lütfedilmesi ve muhalefetin muhtemel katkı ve önerilerine kıymet bahşedilmesi, bugüne kadar pişirilmiş ama hakkında halka ve siyasi kamuoyuna hiçbir bilgi verilmemiş olan ‘süreç’e figüran arayışından mı kaynaklanmaktadır?
- Sayın Bahçeli’nin ve Sayın Erdoğan’ın güç verdiği yeni paradigmaya, ben de pozitif anlamda gerekli katkıyı sunacak ehil ve kararlılığa sahibim.
Bahçeli ve Erdoğan’ın güç verdiği “yeni paradigma” nedir? En ufak demokratik kırıntıları ve mevcut güdük Anayasa’yı bile ayaklar altına alan bu rejimin ömrünü uzatacak yeni bir Anayasa dışında halka, emekçilere, Kürtler de dahil tüm ezilen kesimlere ne gibi ‘pozitif katkı’lar vaat edilmektedir? Bahçeli ve Erdoğan’ın paradigmasına üçüncü şahıs olarak kendi ehliyetiyle katılmaya talip Öcalan halkı nereye koyuyor?
- Heyet bu yaklaşımımı gerek devletle gerekse siyasi çevrelerle paylaşacaktır. Bunlar ışığında gereken pozitif adımı atmaya ve çağrıyı yapmaya hazırım.
O ‘yaklaşım’ devletle paylaşılmamış olsa ortada ne bir görüşme heyeti ne de görüşme olurdu, o yüzden kimse milletin aklıyla alay etmesin. Gelelim esasa: “Pozitif adım ve çağrı” PKK’nin şekli tasfiyesi ve Rojava başta olmak üzere tüm bölgede İsrail-ABD eksenli yeni plana uyarlanma anlamına mı gelmektedir?
- Bütün bu çabalarımız, ülkeyi hak ettiği düzeye taşıyacak ve aynı zamanda demokratik bir dönüşüm için de çok kıymetli bir kılavuz olacaktır.
Demokratik dönüşüm için çok kıymetli bir kılavuz olarak “Bahçeli ve Erdoğan’ın güç verdiği yeni paradigma”yı ve onlara “pozitif anlamda gerekli katkıyı sunacak” Öcalan’ın kararlılığını mı takip edeceğiz? Bu isimlerden hangisi demokratik dönüşüm ehliyetine sahiptir ki millete kılavuzluk yapacaklar?
- Devir Türkiye ve bölge için barış, demokrasi ve kardeşlik devridir.
Türkiye, bölge ya da dünya için... Hangi devir barış, demokrasi ve kardeşlik devri olmamıştır? Sivil-asker-gerilla 100 bine yakın insanın öldüğü onyıllarda başka bir devir mi yaşıyorduk?
***
Üzgünüm ama Abdullah Öcalan’ın mesajında enteresan hiçbir nokta yok. O halde her birimizde duyunca baygınlık hissi yaratan klişeleri ayıklayıp esas mesajı ortaya çıkaralım. Öcalan tam olarak şöyle diyor:
“Biz AKP-MHP iktidarıyla, tabii ABD-İsrail’in bölgede aldığı yeni inisiyatifle uyumlu olarak, anlaşmış bulunuyoruz. Bu anlaşmayı herkes makul bir şekilde onaylasın, kimse zorluk çıkarmasın...”
BÖLGEDE NE OLDU?
Evet, ABD-İsrail’in bölgede aldığı yeni inisiyatifle uyum esastır, zira bu yeni ‘açılım’ adımı bölgedeki yeni güç dengelerinden bağımsız ele alınamaz. Bölgede yeni bir oyun kuruldu, yeni güç dengeleri oluştu, daha doğrusu halen yeni güç dengelerinin şekillenmesi aşamasındayız.
Öte yandan, AKP-MHP’nin ya da Öcalan, PKK, ‘Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’, PYD gibi aktörlerin bölgedeki bu yeni güç dengelerinin oluşumunda ‘oyun kurma’ ehliyeti yok, hiçbir zaman olmadı. Her biri siyasi varlığını ve adımlarını dış dengelere uyarlanma, o dengelere tabi olma hali üzerinden belirliyor.
İsrail ve ABD’nin Rusya ile görece uzun bir süre önce mutabakata vardığı anlaşılıyor. Yüz yılı aşkın bir dönemdir bu tür mutabakatlar gizli diplomasi ve hakimiyet alanlarının tespiti üzerinden gelişiyor; bölgemizde de böyle oldu.
Sözde “İsrail’in güvenliği”ni, haliyle İran ile Lübnan Hizbullahı arasındaki koridorun ortadan kaldırılmasını merkezine alan yeni plana göre, Rusya’ya bölgemiz dışındaki belli hakimiyet alanlarında avantajlar sağlanması kaydıyla, Esad yönetimine son verildi. Rusya bölgeden -büyük ölçüde- çekildi. HTŞ hiçbir direnişle karşılaşmadan Şam’a kadar ilerledi.
Şam’a girme işi yıllardır Türkiye tarafından beslenen, her bakımdan güvenilmez ‘Suriye Milli Ordusu’na bırakılamazdı; zamanın ‘terörist’ ilan edilmiş HTŞ’si bile bu güce yeğ tutuluyordu. Böylece HTŞ’ye alelacele emperyalist bir kravat ayarlanarak devlet ciddiyeti müsameresine hazırlandı.
Konumuzu esas ilgilendiren mesele ise, uzun dönemdir ABD himayesinde bölgede önemli bir gelişim göstermiş olan ‘Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ne ait bölgenin akıbeti idi. Nitekim, HTŞ Şam’a ilerlerken, ana bileşenini YPG’nin oluşturduğu ‘Suriye Demokratik Güçleri’ de belli bir sınıra kadar çekildi ve Fırat’ın batısını ‘Suriye Milli Ordusu’na terk etti.
‘Devrim’ diye adlandırılan tüm bu danışıklı süreç, bölgenin geçmişi dikkate alındığında, neredeyse hiçbir ciddi çatışma yaşanmadan atlatıldı. Şok hızıyla yaşanan gelişmeler herkesi şaşkına çevirdi. Bir istisnayla:
İsrail, bir oyun kurucu olarak, planı kendi cephesinden değerlendirmiş, herkes orta oyununu seyrederken Golan Tepeleri’ni ilhak edip Şam’a doğru derinlemesine ilerleyerek ciddi sayılabilecek bir işgal gerçekleştirmişti. Bu esnada Suriye’nin donanmasını, hava kuvvetleri ve savunma sistemini, ağır silahlarını tamamen tahrip etti. Gazze ve Batı Şeria’da baskı ve vahşeti artırarak olası isyanların önüne geçti, Lübnan’la 27 Kasım’da yaptığı ateşkes anlaşmasını 350’ye yakın kez ihlal ederek Güney Lübnan’da yerleşik Hizbullah tehdidini, sivilleri de hedef alan katliamlarla büyük ölçüde bastırdı.
Artık tüm bölgede taşlar emperyalist bir ‘istikrar’ evresi için yeniden diziliyor. İstikrar dediğime bakmayın, burada “eze eze istikrar” kastedilmektedir.
BAHÇELİ’YE VAHİY Mİ GELDİ?
Şimdi geriye baktığımızda, bir dönem kürsüden Öcalan’a idam çağrısı yapıp urgan sallayan Devlet Bahçeli’nin Meclis’e davet çıkışını daha iyi anlıyoruz. İsrail-ABD tarafından kurulan oyunun Türkiye sahnesinde kestaneleri sobanın üzerinden alacak en sansasyonel figüran adayı, ilerleyen yaşına rağmen, Devlet Bahçeli’ydi tabii.
Suriye’de yaşanacakları öngöremeyen, daha doğrusu öngörecek bilgiye sahip olmayan tüm siyasi aktörler Bahçeli’nin Öcalan’ı Meclis’e davet etmesi karşısında şaşırdı kaldı. Bu çıkışa anlık tepkiler vermek dışında, kimse durumu kestirmiş gibi görünmüyordu.
(Buraya önemli bir not sıkıştırmak gerekiyor: Ana muhalefet partisi lideri Özgür Özel, HTŞ’nin Halep’e yürümesinden ve Şam’ın düşmesinden kısa süre önce Tayyip Erdoğan’ı Esad’la anlaşmaya çağırdı ve Özel bu nedenle pek çok çevrede alay konusu oldu. Bu çağrı, bölgede yaşanacak gelişmelerle ilgili en ufak bir malumatının olmadığını gösteriyordu. Öte yandan, ortada alay edilecek bir durum yoktu. “Esad’la görüş” çağrısı Özel’in kişisel şuursuzluğunun sonucu değildi ki. Esasen bu, CHP’nin devlet partisi olmaktan çıktığına delalet ediyordu. Zira CHP tarih boyunca devleti ilgilendiren bütün önemli konularda malumat sahibi olmuştu ama parti son gelişmeleri, tüm yönetimiyle beraber, hepimiz gibi televizyondan izledi. ‘Devlet partisi’ denen CHP’nin devletten tamamen tasfiye edilmiş olması, haliyle AKP-MHP’nin devlette tamamen egemen hale gelmesi, alay edilecek değil, endişe edilecek bir durumdur.)
Dolayısıyla, İsrail-ABD ortak yapımı filmin Türkiye çekimlerinde Devlet Bahçeli’ye biçilen sansasyonel rol ve Tayyip Erdoğan’ın bu süreci sessiz sedasız geçiştirmesi, daha evvelden İmralı ile bir mutabakat sağlandığını neredeyse kesin bir biçimde gösteriyor. Elbette benzer hazırlıkların Rojava’da da yürütüldüğü anlaşılıyor. DEM nasılsa gelişmelerin peşine takılacak diye umuluyor. Kandil’in vereceği yanıt ise şimdi herkesin merakla beklediği husus haline geldi. (Bu yazı yayınlandığında bir açıklama ya da tavır gösterisi ile karşılaşmış olabiliriz bile.)
Şimdi gelelim bundan sonrasına...
DURUM VE İHTİMALLER
Türk sağının geleneksel ihanet çizgisini Altılı Masa süreci ve sonrasında görmüştük. Meral Akşener’in Ekrem İmamoğlu’yla anlaşarak Kemal Kılıçdaroğlu’nu bay-pass etme girişimi ve akabinde seçimi satması; seçim güvenliğinde sahayı boşaltmaları; Sinan Oğan’ın sövdüğü cepheye ikinci turda iltihak etmesi; İYİP ve CHP listelerinden seçilen milletvekillerinin AKP’ye transferi ve nihayet kimi partilerin iktidara yamanma ihtimalleri, son dönem kepazelikleri olarak Türk sağının siyasi ahlaksızlık hanesine yazıldı...
Seçim sürecinde bir kez daha görüldüğü üzere, AKP’nin en iyi yaptığı işlerden biri ‘siyasi’ rüşvetlerle kendini büyütmesi olsa gerektir.
Buna ihtiyacı var zira iktidar bloğunun mevcudiyeti köpekbalığı yaşam formuna benziyor: Pek çok köpekbalığı türü hareket etmediği takdirde ölür. İktidar bloğu da bir kez tökezleyip iktidardan düştüğü takdirde hem tahrip olur, hem de mensuplarının 20 küsur sene içinde yolsuzlukla edindiği serveti kaybetme riski ortaya çıkar. Yargılanma ihtimali de cabası.
Başka deyişle, iktidar bloğu için iktidar bir mecburiyettir.
Şimdi iktidarı tehdit eden çok önemli bir iktisadi çöküş süreci yaşıyoruz. Halkın sürüklendiği derin sefalet, güçsüz ve pek çok bileşeni açısından basiretsiz muhalefete rağmen büyük bir siyasi krize yükselebilir. Zira sistematik soyguna dayalı sistemi değiştiremeyecekleri için geniş emekçi halk yığınlarını daha fazla sefalete sürüklemekten başka alternatifleri yok.
Halk artık “Uzaya çıktık”, “Gaz çıkardık”, “Otomobil ürettik” palavralarını ya da geçici sansasyonları yutma sınırını aştı. “Suriye’nin fethi” balonu da patladı bile.
Öcalan’ın yıllardır tutulduğu İmralı’dan ‘yeni paradigma’ diye tarif ettiği hamleler, aslında İsrail-ABD planı gerisinde hizaya geçmenin yanı sıra iktidarın raf ömrünü uzatma çabasıdır. Bunun için yeni Anayasa kritik bir eşiktir. Yeni Anayasa’ya toplumsal rıza üretmek ve Meclis’te sayısal bir karşılık oluşturmak için DEM’in ve Kürt seçmenin manipülasyonu iktisadi çöküşle bunalmış iktidara siyasi bir hayat öpücüğü olacaktır. Durum bu kadar nettir.
Peki bu gerçekleşir mi?
Gerçekleşir...
Öcalan, geçmişte iki tarihsel dönemeçte iktidara payanda oldu. Bunlardan ilki 2010’daki tarihsel anayasa referandumu süreciydi. O dönemde, kitlesel siyasi bir karşılığı olmayan ama düzenin medyasında öne çıkarılan ‘sol’ liberaller Kürt hareketine kapılanmış, ‘Yetmez Ama Evet’ tutumuyla AKP-Fethullah koalisyonunu desteklemiş, Kürt hareketi de ‘boykot’ tavrıyla fiilen yeni anayasanın kabulünü ‘kolaylaştırmıştı’. O anayasa bizi bugünkü karanlığa sürükleyen temel enstrüman haline geldi.
İkincisi Gezi Parkı’nda başlayan ve tüm ülkeye yayılan isyan dalgasında Öcalan’ın oynadığı roldü. Daha sonra o süreçteki rolünü, “Başbakan (T. Erdoğan) seçimlerde beni idam etmekten bahsediyordu ancak ben Gezi olaylarında kendisini kurtardım. Sağduyulu davranmasaydık Başbakan'ı götüreceklerdi” diye ifade etmişti.
Gezi isyanında “darbe görme” hadisesi budur.
Anlaşılan o ki, bugün de son derece kararlı biçimde iktidar bloğunun yanında, İsrail-ABD planlarına uyarlanmayı kafasına koymuş bir Öcalan’la muhatabız.
Öcalan bu tutumları kolay kandırılabilir bir saftirik olduğu için benimsiyor değil. Konunun basitçe esaretten bıkma ve özgürlük isteği ile izah edilebileceğini de sanmıyorum. Öcalan kendisine tarihsel bir misyon biçiyor, bölgedeki hassas dengeler ve Türkiye’deki çatlaklar üzerinden yeni hamleler geliştirebileceğini düşünüyor, kendine hep bir manevra alanı arıyor. Böylelikle Kürtler açısından bambaşka (belki de kurucu) bir tarihsel figüre dönüşmeyi umuyor.
Elbette bu son derece öznel bir yorum, neticede Öcalan’ın şahsi motivasyonlarını sadece kendisi biliyor. Ama şimdi bunun üzerine bir öznel yorum daha eklemek istiyorum: Öcalan bana kalırsa zannettiği kişi değil. O iş o uçaktaki tavırla beraber bitti...
Ne var ki, yine de Öcalan’ın Kürt hareketi üzerindeki etkisini hiç azımsamamak lazım. Şimdi yeni bir tarihsel dönemeçte, iktidar için üçüncü kez kullanışlı bir payanda olup olamayacağını tek bir olgu belirleyecek: Ortak geleceğimizin İslamcı gericiler, kadim faşistler ve Öcalan üçgeninde belirlenemeyeceğini açıkça ilan edecek bir Kürt aydın ve emekçi haysiyetinin varlığı...
Hatırlayın: Esaret altında tuttukları Öcalan’ı seçimlerden önce yine iktidar namına kullanmaya kalkmışlar, hatta ‘yola gelmeyen’ Selahattin Demirtaş’ı itibarsızlaştırmaya çalışıp, alenen, “İmralı’ya hesap verecek” diye tehdit etmişlerdi. Kürt halkının kolektif iradesi o hamleyi boşa çıkardı.
Ne var ki, bu sefer konu çok daha karmaşık. Zira gündeme gelen uyduruk ‘açılım’, gücünü bölgesel İsrail-ABD planlarıyla besleniyor olmasından alıyor. Rojava üzerinde kılıçlar sallanırken Kürt halkı bu plana karşı koyacak gücü bulabilecek mi, hep beraber göreceğiz. Öte yandan, hatasıyla sevabıyla bir direnç noktası oluşturan Kılıçdaroğlu CHP’si artık yok, yerine kaybedecek çok şeyi olan bir tüccarın gelecek projeleri için satın alınmış, kırılgan bir parti var.
SONUÇLAR VE TEHDİTLER
AKP iktidarı daha en başından itibaren karşıdevrimci bir iktidardır. Bugüne kadar, 1908-1923 devrimlerinin sonuçlarını ortadan kaldıracak bir siyasi karşıdevrim motivasyonuyla hareket ettiler. Devrimlerin tam olarak ezemediği Osmanlı ulemasından bir ideolojik miras devraldılar ve bu mirası yaratmak istedikleri ucube toplumsal yapının fikri zemini yaptılar.
Süreç 2023’te tamamlanacaktı. ‘2023 Hedefleri’ diye yıllar öncesinden allayıp pulladıkları dönüm noktası, ‘anayasal’ ifadesine kavuşmuş karşıdevrimden başka şey değildi. Ucube toplumsal yapı, bir çeşit üçkağıt kapitalizmi zemininde yükselen fiili monarşi ile yönetilecekti. (MHP’nin karşıdevrim katarına bağlanması ise, normal koşullarda asla ulaşamayacağı bir gücü iktidar yamağı olarak elde etmiş olmasındandır. İdeolojik çıpaları yoktur. Kriminal bir toplamdan ibarettir.)
Ne var ki, karşıdevrim hırsızlık engeline takıldı; iktidar mensuplarının bizzat kendileri, iktidarın sınıfsal zeminini oluşturan türedi lümpen burjuvazi, emperyalist sermaye ve yerli ortakları, holdingleşen tarikatlar ve irili ufaklı vurguncu tayfa öyle büyük bir hırsızlık gerçekleştirdi ki, koca ülke iktisadi olarak iflas etti ve karşıdevrimin dört başı mamur tamama ermesi için gereken güç biriktirilemedi. Şimdi milyonlar kabir azabında bekliyor gibi, şuur sahibi nüfus tedirgin, imkanını bulan ülkeden kaçıyor...
Öte yandan, Türkiye’de 2023 için kapanan muzaffer karşıdevrim kapısı 2024’ün sonunda İsrail’den açıldı. Burnu azıcık sürtüldüğünde emperyalizmin her türlü işini gören hukuksuz bir Türkiye yeni bölgesel planların tam olarak arzu ettiği aparattı çünkü. Böylece bütün yasal gereklilikleri atlayarak hızlı yol almak mümkün hale geliyordu. Tayyip Erdoğan cazibesini bir kez daha kazandı: Bölgedeki yeni nizamın parlayan yıldızı oldu!
Açık söyleyeyim, Kürt hareketi bu tehlikeli planların dümen suyuna girdiği andan itibaren bu yolun geri dönüşü ortadan kalkar.
Neden mi?
Halihazırda Anayasa’yı ve Anayasa Mahkemesi kararlarını bile tanımayan, kararnamelerle ülke idare eden, keyfinin uygun gördüğü yere kayyum atayan, grev yasaklayan, işçi döven, protesto gösterilerine saldıran iktidarın demokrasi düşmanı karakteri, böyle bir uzlaşmayla anayasal vücut kazanmış olacaktır.
Geldiğimiz noktada açlıkla sınanmaya başlayan emekçilerin, hele emeklilerin bütün gündemini yeni Anayasa’ya tıkıştırılacak ve hiç uygulanmayacak iki maddeye değiştiğiniz andan itibaren ebedi istibdat döneminin altına imza atarsınız ve bunun vebali çok büyüktür.
Önceliği sofrasına sıcak yemek koymak olan zavallılaşmış 80 küsur milyon nüfusun kaderi örgütlü zorbalık ve hırsızlığa teslim edilemez. Esas tarihi vazife, tüm milli kökenlerden Türkiye halkını bu musibetten ve içinde debelendiği rezillikten kurtarmaktır. Abdullah Öcalan İmralı’dan bu gerçekliği ima dahi eden bir açıklama yapamıyorsa, onun “pozitif adım ve çağrı”ları AKP-MHP iktidarının müsaade ettiği kadar değil midir? Kürt halkı, ve tabii tüm Türkiye halkı, Bahçeli’nin iznine tabi çağrılara mı müstahaktır?
Can Atalay’ın bağlandığı, Selahattin Demirtaş’ın ağzının kapatıldığı yerde kim, kimin paradigmasına katkı koyup, neyin çağrısını yapabilir?
Nereden bakarsanız bakın, bu durumun meşrulaştırılabilecek bir tarafı yok. O yüzden, fikri desteğe ihtiyaç duyuyorlar, milyonların çöpten yemek topladığı ülkede yine Kemalizm-Cumhuriyet tartışmasını başlatıyorlar. Böylelikle ‘ikinci açılım süreci’ parodisi için, dönemin Taraf Gazetesi sayfalarına gömülmüş eski ‘ideolojik cephe’yi tekrar canlandırmaya çabalıyorlar.
Tipik olması açısından zikretmek lazım: Cumhuriyet Meclisi’nin Başkanvekili Sırrı Süreyya, durumdan vazife çıkararak, tam İmralı görüşmesi öncesinde Cumhuriyet-Allah ikilemini ortaya atıverdi. Vallahi ne yalan söyleyeyim, bana kalırsa, onun -kendi tabiriyle- tuzu ziyadesiyle kuru.
Bir kısmı hasta yatağında olmak kaydıyla ülkenin başında 15 yıl, o da uzun süre yarım iktidar olarak kalmış Mustafa Kemal’le ve cumhuriyetle hesaplaşma ihtirası kimsenin gözüne perde indirmesin. Bana kalırsa bugüne liberal prizmalardan kırılarak yansıtılan o tarih, emperyalist fonlardan beslenenlerin güncel siyasi çıkarlara hizmet etmek üzere kurguladığı tarihtir. Aksini düşünebilirsiniz. Karşıdevrimin, hırsızlığın ve zorbalığın yenildiği, halkın açlıktan kurtulduğu bir ülkede ilk işimiz demokrasi başlığı altında bunları konuşmak olmalıdır.
Ama bu tartışmaları bugün yapmakta ısrar ederseniz, hem iktidarın karşıdevrim gündemiyle uzlaşıyor hem de yangının orta yerinde elinizde benzin bidonuyla aval aval dolaşıyorsunuz demektir.
Neyi mi kastediyorum?
Açayım...
AKP-MHP iktidarı geçtiğimiz 13 yılda ülkenin sınırlarını fiilen ortadan kaldırdı. Burunlarını bölgedeki her türlü bataklığa soktular ve bölgenin en gerici unsurlarına sayısız bağlarla bağlandılar. Ülkede ve çeperinde hangi ellerin ne kadar silahı var, kendileri bile bilmiyor. Keza, icabında harekete geçirilecek canlı bombaların sayısını da...
Her an her şey kontrolden çıkabilir. Böyle ortamlarda gereken sadece bir kıvılcımdır. İran ile Lübnan Hizbullahı arasındaki bağlantıyı tahrip etmek için sadece Suriye’yi HTŞ’ye teslim etmediler; beraberinde yürütülen İslam içi mezhep provokasyonları, önce Batı Suriye’de, Alevi nüfusun yoğun olduğu Lazkiye tarafında öncü katliamları doğurdu; ardından Türkiye’de ‘Siyasal Alevicilik’ diye bir kavram dolaşıma sokuldu ve ateşi Türkiye’ye taşımaya başladılar.
‘Siyasal Alevicilik’ lafzı AKP kapısından kovulmuş ve ne yazık ki ‘muhalif’ addedilerek Halk TV ekranlarında uzun süre cilalanmış bir müptezelin kişisel hezeyanı olmaktan çıktı. Çok dikkat edin, İmralı’dan tam ‘ikinci açılım süreci’ ilan edilirken, sosyal medyadaki iktidar yandaşı provokasyon hesapları da Kandil’de liderliği Alevi kökenlilerin ele geçirdiği, bunun için yıllarca Sünni kökenli Kürtleri örgüt içi infazlarla yok ettikleri şayiasını yaymaya başladı.
Alevi karşıtı kışkırtmalar şimdi tüm bir Kürt nüfusu mezhep temelinde zehirlemek, Kandil’i mezheple kuşatmak ve ‘ikinci açılım süreci’ni dayatmak için kullanılacak.
Öte yandan, hiç kuşkusuz, iktidardaki karşıdevrimci kuvvetin doğal karşıtı olan Alevi nüfus ülke sathında tedirgin edilecek, baskı altına alınacak, sindirilecek...
Peki bu kışkırtmalar maksadının sınırlarında durur mu?
Durmaz...
Gerici provokasyonlar Maraş’ta hamile kadınların karnının deşilmesiyle, bebeklerin parçalanmasıyla sonuçlanmıştı. Üstelik o zamanın Türkiye’sinde insaniyet seviyesi bugünle kıyaslanamayacak kadar yüksekti. An itibarıyla iktisadi çöküntü ve ahlaki tahribat sonucu yamyamlaşmanın eşiğine gelmiş bir toplumsal yapıyla muhatabız. Ayrıca, -lütfen böyle bir ortamda kimse göçmen romantizmi yapmasın- bugün Türkiye’de, Afganistan’dan Suriye’ye kadar türlü cephelerde savaşmış ve yerli şeriatçı-faşistlerle beraber Alevi bölgelerine saldırmaya hazır bir cihatçı göçmen toplamı olduğu herkesin malumu.
Cumhuriyet, mevcut iktidar tarafından iğdiş edilmiş olsa bile en azından lafzen ortadan kaldırılamayan laikliği bu toplumun emniyet supabı yapmıştı. Şimdi laiklik her taraftan saldırıya uğruyor.
Bu atmosferde Allah’ı cumhuriyetin karşısına koyup bunu her taraftan provoke edilen toplumda bir tartıştırma haline getirmeye çalışırsanız, elinizdeki ‘açılım’ balonu kontrol edilemez biçimde patlayıp etrafa saçılır. Ve ondan sonra sağ kalanlarımız memleketin her bir tüyünü ayrı telden toplamaya çalışır.
NE YAPMALI?
‘Eski zamanlar’da, yani Ergenekon operasyonları öncesi çağda, halk arasında yaygın kanaat, ‘Ordu’nun meseleleri bir biçimde çözeceği, ‘terör’ü ezeceği, dinsel gericiliğe izin vermeyeceği yönündeydi. Nüfusun çoğunluğuna öyle anlamsız bir rahatlık hakimdi.
Ta ki Fethullahçılar ‘Bülent Arınç’a suikast’ parodisiyle ‘kudretli’ sanılan ordunun kozmik odasına girip tüm askeri sırları bavullarla ABD’ye taşıyana kadar...
Nihayet 15 Temmuz’da o çok güvenilen ordunun aslında büyük ölçüde ‘İmamın Ordusu’ haline geldiği de ortaya çıktı.
Kısa süre önce, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağıran yeni mezun teğmenlerin maruz kaldığı muamele de gerçekliği herkesin suratına bir daha vurdu.
Artık Türkiye’de bildiğimiz manada bir ordudan söz etmek mümkün değil. AKP-MHP silahlı kuvvetleri var, SADAT birlikleri var, Alaattin Çakıcı milisleri var, silahlanmış tarikatlar var, pavyon falanjistleri var, uyuyan IŞİD hücreleri var...
Ülkede bir tek demokrasi güçlerinin silahı, ordusu yok. Bu korkunç bir durum. Ülkenin gidişatına itirazı olan geniş bir kesim silahla kuşatıldığının farkında ve çaresizlik ruh hali kendini her gün yeniden üretiyor.
İktidarın baskısı bir yana, demokratik protestoların, sokak gösterilerinin hiçbir sonuç vermeyeceği inanışı yayılıyor. Tepki sokağa inmiyor. ‘Ilımlı muhalefet’in Gezi isyanından bu yana sokaktan uzak tutmaya çalıştığı geniş yığınlar artık sokağa çağrılsa da karşılık vermiyor. Sokak lafı herkeste bir beyhudelik hissi yaratıyor. Mitinglere, protestolara gidiyorum. Hiçbirinde ‘yaşam belirtisi’ yok. Coşku yok. Umut yok.
Eğer Tayyip Erdoğan ile Devlet Bahçeli’nin ‘paradigma’sına teslim olmayacaksak, verili durumdan tek bir çıkış yolu görünüyor; o da, ‘proleterler ordusu’nun harekete geçmesi...
Bu hiç kolay değil, biliyorum. Ama alternatif bir yol yok.
Başarılı olmak için, ‘ikinci açılım’ kandırmacası başta olmak üzere iktidarın tüm dayatmalarını reddetmeliyiz. Mevcut gidişattan ve buna sebep olan iktidar bloğundan kurtulmak gerektiğini samimiyetle düşünen tüm güçlerle beraber, merkezinde işçilerin olduğu büyük bir ittifak ve o ittifakın ekmek gündemini yaratmalıyız.
İşçileri bölecek hiçbir gündem bizim gündemimiz olmamalı. Zira açlık bir kapıdan girerken o evde Kürt mü yaşıyor, Alevi mi diye sormuyor. AKP’ye, MHP’ye oy veren emekçiler eve eli boş gittiğinde CHP’lilerle, DEM’lilerle, TİP’lilerle aynı dilde söyleniyor. Hepsini ekmek davasında birleştirmek için çabalamalıyız.
En ufak greve, hak arayışına en abartılı önemi vermeliyiz. Her fabrikayı iğneyle kazıp içine sendika yerleştirmeliyiz. Sendikaları demokratikleştirmeli, bütün direnişleri birleştirip, yoksulluk ve açlık sınırlarını aşmış, artık ‘kabir sınırı’nda yaşamaya başlamış olan emeklileri mücadelelerin içine katmalıyız.
İktidarı gasp etmiş karşıdevrimci/gerici bloğu ancak üretimin gücüyle sarsabilir ve nihayet istifaya zorlayabiliriz. Demokratik, özgür bir topluma ilerlemenin başkaca açılımı yoktur.