İnsan kötü olmaya mahkum mudur?

İnsan kötü olmaya mahkum mudur?

Belki, “Hiçkimse hayallerini gerçekleştiremez, Tanrı bile”. Ama herkes bir iyilik hayalinin peşinden gidebilir…

Güzellik algısı matematikseldir. İnsan yüzü, ne kadar oranlıysa, çocukluğumuzdan bu yana bize dikte edilen Barbie anlayışı çerçevesinde, onun güzel olduğunu düşünürüz. 

1972 yılında Karen Dion, öğrencilere tanımadıkları kişilerin fotoğraflarını göstererek çekici, normal, çekici olmayan olarak değerlendirme yapmalarını istemişti. Bir diğer gruptan da aynı fotoğrafları, güvenilir, arkadaş canlısı ve samimi olup olmadıklarına göre ayırmalarını istedi.

Sonuçta, birinci grubun güzel bulduğu insanlar, ikinci grup tarafından dürüst ve entelektüel olarak sınıflandırıldı.

Peki bu dünyada güzel olmayanların, bir engeli, farklı tercihi, kimliği bulunanların geniş toplumun bir parçası olarak, sıradan bir hayat yaşamaya hakkı yok mu?

Dün akşam Frankfurt’ta sahnelenen "Çirkin" adlı oyun bu konuyu, hayattaki en büyük derdin para olduğunu düşündüğümüz bu yeni sistemde, suratımıza gerçekleri çarpa çarpa anlattı. 

Semih Çelenk’in Michel del Castillo romanından uyarlayıp yönettiği, Hamit Demir’in sahne aldığı tek kişilik oyunun en anlamlı gösterimlerinden biri, belki de Almanya’da düzenlenen bu güzel akşam oldu. 

Çünkü varlıklı bir ailenin oğlu olmasına rağmen, sırtındaki kambur ve çirkin görüntüsü nedeniyle köylüler tarafından dışlanan adamın hikayesini en iyi yurt dışında yaşayan gurbetçiler anlayabilir.

Anadilinden, etnik kimliğinden, ten renginden, aksanından dolayı dışlanan, ötekileştirilen, yalnız bırakılan gençlerimiz, tıpkı sadece yardım etmek istediği halde çaresizce kötülüğe mahkum edilen oyunun kahramanı gibi, anaokulundan iş hayatına kadar şiddete meylediyor, düğün konvoylarında otobanlarda trafiği durdurup halay çekiyor, kalabalık gruplarda dikkat çekmek için yüksek sesle telefonla konuşuyor.

Oyunun kahramanının, bir savunma ve tepki mekanizması kurarak insanları yola getirmeye, herkese kötülük yapmaya ve böylelikle saygı görmeye çalıştığı gibi, birçok gencimiz de “Başkalarından farklıysan onlara hediyeler vererek arkadaşlıklarını kazanamazsın. Seninle alay edeceklerdir. Bu insanlar yalnızca tehditten ya da kırbaçtan anlar” düşüncesiyle, şirin görünmekten ziyade korku salmayı tercih ediyor.

Almanya’da çantasına, arkadaşları onu sevsin ve onunla oynasınlar diye, ailesi tarafından fazladan çikolata ve gofret koyulmayan bir göçmen kökenli çocuk bulmakta zorlanırsınız. 

Peki tüm çabalarımıza rağmen insanların bizi sevmesini veya en azından normal kabul etmesini sağlayamıyorsak, Machiavelli ve oyunun kahramanı gibi sevgi yerine korku mu salmalıyız? Başka bir deyişle, farklıyız diye kötü olmaya mahkum muyuz?

Oyunun kahramanı ikinci seçeneği tercih ediyor ve çiftlikte çalışanlara kötü davranıp, evlerini, topraklarını ellerinden alıyor.  Hayvanlar aç kalmasına rağmen, kimseye yardım etmiyor. Oyunun başında, “Bizim burada kötülük bir saplantı halindedir” diyerek kendisine yapılan kötülükleri bile anlayışla karşılamaya başlayan adam, sonlara doğru, aslında iyi olmayı çok istemesine rağmen, düzeni bozamadığı için kendini kötülüğün sıradanlığının akışına bırakıyor. 

Peki biz hangi yolu seçmeliyiz?

“Çocuklar hayvanat bahçesinde su aygırını nasıl incelerlerse bizi de öyle izliyorlar” diye geniş topluma düşman mı olmalıyız?

Elbette hayır.

Aksi halde, biz kendimize Linda’lar yaratıp içimize kapandıkça, geniş toplumun bizi daha da dışlamaya devam edeceği döngüsünü kıramayız.

Onlar gibi olmaya çalışmaya, onlara benzemeye, kimliğimizi, dilimizi, kültürümüzü bir kambur olarak görmeye de gerek yok. 

Sadece içimizdeki iyilik hayalini korusak yeter. 

Yoksa kötülük öyle sıradanlaşır ki, Tevrat’taki Sodom und Gomorra hikayesinde olduğu gibi hepimiz eşit ölçüde suçlu hale geliriz ve gökyüzünden üstümüze ateşler yağar. 

Oyunun en etkileyici repliklerinden birinde belirtildiği gibi:

Belki, “Hiçkimse hayallerini gerçekleştiremez, Tanrı bile”.

Ama herkes bir iyilik hayalinin peşinden gidebilir…

 

Oktan Erdikmen

HABERE YORUM KAT