Türkiye’nin taşrası Almanya: Sinan Öztürk ve yeni romanı

Türkiye’nin taşrası Almanya: Sinan Öztürk ve yeni romanı

Çalışmalarını uzun yıllardır Almanya’da sürdüren yazar Sinan Öztürk, yeni romanı “Zor Yıllar” üzerine konuştu. Almanya’nın bir taşra karakteri taşıdığına dikkat çeken Öztürk’e göre, yüzyılımızın en büyük sorunu “idealist insanın” ölmüş olması.

“Burası bizim ortak taşramızdır. Taşra dendiğinde, memlekette gözden uzak yerler akla gelir. Mesela Trabzon da, Bandırma da taşradır memlekette. Ama Almanya memleketten ayrılanların taşrasıdır. Nereden gelirse gelsin, burada yaşayan herkesin ortak taşrasıdır Almanya. Çünkü gözden uzaktır. O yüzden ben Almanya’yı hep ortak taşramız olarak değerlendiririm. Bir duygu birliği vardır burada insanların. İstisnasız herkesin kafasında, memleket vardır. Yurdundan ayrıysan memleketin her tarafı taşra olmaktan çıkar. Çünkü ona bir bütün olarak bakarsın. Çünkü o hepimizin ortak rahmidir. Taşrasıdır.”

zor-yillar-kitap-manzara.jpg

Bu satırların yazarı Sinan Öztürk 1965 yılında Trabzon’da doğdu. 1989 yılından beri Federal Almanya’da yaşıyor. 2008 yılında “Anısı Bizdik Bu Kentin” adlı romanı, İstanbul’da Kalkedon Yayınları tarafından yayımlandı. “Yazdan Sonra Yalnızlık” adlı bir şiir kitabı da olan Öztürk, 2020 yılında ikinci romanı “Zor Yıllar” ile okuyucularıyla buluştu. Sinan Öztürk’le daha çok yalnızlığı, yabancılaşmayı, duygularımızı, özlemlerimizi, ortak taşramız Almanya’daki yaşamımızı konuştuk.

GÖÇ DEĞİL, GÖÇÜN UZANTILARI

- “Zor Yıllar”, bir göç romanı. Almanya’daki insan yalnızlığının, yabancılaşmasının çok boyutlu olarak işlendiği romanda, sevgi, güven, acıma duygusu da sorgulanıyor. Romandaki Yusuf, Zarife ve Ali İhsan karakterlerinin ortak özelliği de insanlardan kopuk yaşamaları. Bir tür yalnızların buluşmasıdır bu. Yaşamları da zorlu engellerle dolu. Yıllar, neden bu kadar zorlaşır? Her göçmenin burnu neden sürtülür? Sıkıcı, kuralcı bir yaşamdan özgürlüğe giden bir yol var mıdır göçerlerin hayatında?

SİNAN ÖZTÜRK- Aslında, bir göç romanı olarak değerlendiremem. Göç, sürekliliği olsa da, kültür olarak artık eskilerde kaldı. Ancak, “göçün uzantıları” olarak değerlendirebilirim. Söylediğin gibi, insan yalnızlığının ve yabancılaşmasının çok boyutlu olarak işlendiği bir roman. Bunu kitabın arka kapağına yazdığım kısa tanıtım yazısında şöyle dile getirmiştim: Roman, insanın kendi ruhuna denk düşmeyen bir ülkedeki çaresizliğini, yalnızlığını ve yabancılaşmasını ön plana çıkarırken, bunun birey üzerindeki yıkımlarını derinlemesine ele alarak aynı zamanda bir hesaplaşmaya da ışık tutuyor.”

Yılların zorlaşması çok yönlü: Yaşanılan dönem, yaşayan karakterler ve dönemle karakterlerin iç içeliği. Su, her zaman su değildir; bulunduğu ortama göre sıvı, katı ve gaz halini taşıyabilir. İnsan da bulunduğu ortama göre ruh halini değiştiren bir varlık. Edip Cansever’in dediği gibi, “İnsan yaşadığı benzer”. Ancak yaşadığı yere benzemek de uzun bir süreçtir. Bir yerden başka bir yere göçen insanlar, hem geldikleri yere hem de göçtükleri yere benzemekle karşı karşıya kalırlar. Tıpkı üst ve alt benlik uzlaşımı ya da çatışması gibi. Arada yeni bir benlik oluşur: İçinde eskiyi taşıyan ve yeniye uyumlu olmaya çalışan bir benlik. İşte tüm bu süreçte herkesin burnu bir şekilde sürtülüyor.

Karakterler, aslında doğanın diyalektiğine aykırı davranmıyorlar. Ortak özelliklerinin insanlardan kopuk yaşamaları, yaşadıkları ülkenin de diyalektiğidir aslında ve onlar da buna uygun davranıyorlar. Elbette ki bu uyuma neden olan bir yapı ve geçmişe de sahipler.

Özgürlüğe giden yol her zaman vardır: Kendini yetiştirmek, olanı ve olmakta olanı anlamaya çalışmak.

BEKLEYENLER: “GODOT SENDROMU”

-Romanı bütünlüğünde ele aldığımızda, kendini arayan, soran, değer(ler) sorunu olan insanla, istekleri hiç bitmeyen, hep eksik kalan, tamamlanmamış bir insanla karşı karşıyayız. Hayatı tekdüze yaşayan kuralcılarla, Godot sendromunu yaşayan (bekleyenler) aynı romanda buluşuyorlar. Yaşam, tamamlanmamış bir proje midir? Hep eksik mi kalır? İnsanın bu eksikliği nerededir? İnsan daha çok nereye bakmalıdır? Hayatımızdaki boşlukların anlamı nedir?

SİNAN ÖZTÜRK- Evet! İnsan elbette bütün evrenin temel yasası entropide olduğu gibi, tamamlanmayan ve tamamlanamayacak olan bir varlıktır. Burada Nietzsche’nin de yanıldığını, “üst insan”ı olsa olsa idealize edilmiş ve kendi varlıksal bütünlüğü içerisinde, yine Nietzsche’nin aynı bağlamda sözünü ettiği “köprü” alegorisinin sadece geçişken bir anı olarak görebiliriz. Bütün arayışlar tamamlanamayacak olan bu varlığı geliştirmek olabilir ancak.

Öyle de olsa, insanın kendisiyle barışık olabilmesi, bu süreçte onu hayatta tutabilecek en önemli edinimlerinden biridir. Godot sendromu bir bakıma da umutla yaşamanın manifestosudur. Umut her zaman özgürleştirmese de hayatta kalabilmek için bir beklentidir ve hatta zaman zaman kendi kendini teskin ve teslim eden bir sığınmadır.

İnsanın bakması gereken yer, her şeyden önce evrenin sonsuzluğu karşısında kendi sonluluğudur. Kendi sonluluğunu görebilen insanın daha erdemli, yaratıcı ve vicdanlı olabileceğini, romanda adı geçenlerin de aslında bunu büyük ölçüde başardıklarını düşünüyorum. Bir önceki sorunda değindiğin bazı kavramlara burada değinebilirim: Sevgi, güven ve acıma duyguları da aslında bir bakıma erdem ve vicdanla ilgilidir. Bu anlamda, romanda en büyük yükü Yusuf taşıyor.

Hayatımızdaki boşluklar, onları algılayabildiğimiz oranda anlam taşırlar, yoksa anlamsızdırlar. Algının anlam’a, oradan da anlama’ya dönüşmesi gene ampirik ve epistemik bir süreci kapsar ki, o zaman muhtemelen sorgulama ve ardından değişim ve dönüşüm oluşabilir. Boşlukları böylelikle yalnızca anlamakla kalmaz, onların içini de doldurabiliriz. Bu, insanın kendini değiştirip geliştirmesi, üretmesi ve zihinsel olarak kendini daha da güçlendirmesinin sonucu olarak boşluğu doldurarak ona anlam kazandırmaktır bana göre. Öteki türlü bir boşluksa tümüyle bir atalet, kas ve zihin erimesidir ki, çoğunlukla boşluğun yaşattıkları da bunlardır.

KİMLİK BUNALIMI ESKİDİ

-Romandaki eylem örgüsü incelendiğinde soğuk ilişkiler ağı ortaya çıkıyor. Ancak, roman bize sordurttuğu sorular nedeniyle bir sıcaklık veriyor. Yaşam, sordukça anlam kazanıyor. Toplumsal ilişkilerden gelen insanların yaşamının giderek özelleşmesi, hiçbir zaman tam yaşanamayan yaşamlar, penceresiz yaşanan kişilikler, yaşamak isteyip kendini açan insanlar, kimlik bunalımları, çok kimlikli yaşamlar, memleket özlemleri, çok kültürlülük üzerine neler söylemek isterdiniz? Hayal ettiğiniz bir toplumda mı yaşıyorsunuz? Neleri eksik, neleri fazla yaşadığımız toplumun?

SİNAN ÖZTÜRK- Sabahattin Ali’nin çok sevdiğim bir sözü vardır: “Ben hayatı kafasının içinde yaşayanlardanım”. Yani hayal ettiğim bir dünyada yaşamıyorum. Hayal edilen bir dünya olsa olsa tümüyle zihinsel bir tasarım olabilir. Öyle bir dünya elbette yok ve olmayacak. Öyle de olsa insan kendi kafasının içinde kurduğu bir dünyada yaşamaya çalışabilir. Bu onun belki de bu hayattaki en önemli zaferi olabilir.

Kimlik bunalımlarının artık insanların hayatında çok önemli bir yer tuttuğunu düşünmüyorum. Zira yaşadığımız çağ giderek insanları tek bir kimlik altında toparlamaya çalışırken, bir yandan da tektipleştirerek hareketsizleştiriyor. Adından çok söz edilen “Z Kuşağı” işte bu tektipleştirilen kimliğin taşıyıcıları olmaya doğru hızla gidiyorlar. Öyle sanıyorum ki, dünya genelinde üç beş kuşak sonra artık kimlik sorunu denen bir olgu kalmayacak. Bu kaçınılmaz bir gidiş. Dünya yeni bir çağın eşiğinde. Bu yeni çağın çok daha acımasız ve binlerce yılda yoğrularak oluşan yaşam biçimlerini yukardan bir bakışla hiçe sayan bir eğilimde olduğunu düşünüyorum.

Kendimize, kendi kuşağımıza ya da biraz evveline dönecek olursak bizi karakterize eden kimlikler, bunların yarattığı yaşamlar ve özlemlerin oldukça masum kaldığını söyleyebilirim. Dinlediğimiz bir türküde, okuduğumuz bir şiirde veya mektupta ağlayabilecek bir kuşak olmak, belki de insanın bu döneme kadar getirdiği özünün dışa vurumuydu. Ancak bu özün artık hızla çok daha farklı bir biçime dönüşmesinin eşiğinde olduğunu görmek de acı veriyor elbette.

Yaşadığımız toplum bu kırılmanın tam orta noktasında ve olduğu yere uygun özellikler taşıyor. Artık postmodern sonrası bile diyemeyeceğimiz bir yeni çağ heyulası dolaşıyor Avrupa’da. Belki şöyle diyebilirim: Eksik olan da, fazla olan da insan!

UYUŞMAZLIKLAR BÜYÜK VE DERİN

- Roman karakterlerinden Ali İhsan Türkiye’de devrimci bir yaşam yaşamış, acılar çekmiş, görmüş, geçirmiş bir siyasidir. Federal Almanya’ya iltica etmiştir. Federal Almanya’daki yaşam şartları onu yalnızlığa itmiş, kendini kitaplarda aramaya başlamıştır. Yaşadığı pratik dünyadan teori dünyasına kendini kilitlemiştir. Yaşadığı insan ilişkileri ağı çok dardır. Gerçekten öyle mi? Türkiye’de ve Federal Almanya’da siyasi bir yaşam sürmüş biri olarak, bu iki ülkenin devrimcilerinin ortak yönlerini ve farklılıklarını anlatır mısınız? Örneğin, Federal Almanya’da devrimci uğraş daha mı zor? İnsan niye bu kadar yalnızlaşır, zorluklar neden bu kadar ağırdır?

SİNAN ÖZTÜRK- Ali İhsan, gördüğümüz ancak yaşamlarına tanıklık etmediğimiz insanlardan biridir. Oldukça farklı bir altyapı ve özgeçmiş barındırmasıyla diğer karakterlerden ayrılır. Kuşak olarak da öyledir. Onu yalnızlaştıran birden fazla şey vardır: Ülkesinden yoksunluğu, siyasal olarak ortada kalmışlık, yeni bir ülkedeki yalnızlığı, aşksızlığı ve bedensel engelli oluşu. Bütün bu yalnızlıklardan, bir nevi kendini Tübingen’deki kuleye hapsetmiş Hölderlin çıkmıştır. Hayal kırıklıkları onu teori dünyasına daha fazla itmekle birlikte, aslında aradığı yaşamdır. Ancak kendince yaşanmaya değer fazla bir şey de bulamamaktadır. O da romanda geçtiği gibi elinde kalan tek duygusunu, yani kederini seviyordu.

İnsanın kederini sevmeye mahkûm olması gerçekten de zor bir süreçtir. Ali İhsan, böyle olmakla birlikte hesaplaşmasını da yapmaktadır. Hesaplaşma hem siyasi hem de insani boyutta bir hesaplaşmadır. Bu hesaplaşmaların kısmen tanığı olan Yusuf’sa ondan çok etkilenerek kendi hayatında radikal değişiklikler yapmıştır.

Almanya’da devrimciliğin dışardan gelenler için en önemli zorluğu, zeminin tümüyle çok farklı bir alana kaymış olmasıdır. Ortak dil ve duygudaşlık en önemli sorundur. Dil halledilebilse bile, ki çoğu zaman halledilemez, iki ülkenin siyaset ve kültür dünyasında da devasa farklar vardır. Ortak yönler en fazla belki “yabancı sorunsalı” çevresinde olabilir ki, buradan da önemli bir çıkış yapılamamaktadır. Marx’ın ülkesindeki Marksistlerle Türkiye’den gelen Marksistler arasında çok büyük bir kan uyuşmazlığı olduğunu, duygudaşlığın çok eksik kaldığını, yoldaşlık bağının oluşamadığını söyleyebilirim. Kaldı ki bu kesimler de zaten oldukça dar alanlara sıkışmışlardır. Olumlu örnekler yok denecek kadar azdır.

“İYİ YABANCI” TUZAĞI

Yalnızlıkların bir başka açıklaması da kendini ifade edememektir, ifade olanaklarının ve coğrafyasının çok eksik kalmasıdır. Kendini ifade edebilmek, sadece aynı dili konuşabilmekle halledilebilecek denli basit bir iş değildir. Hep şunu derim: İnsanları birbirlerine düşünceleri değil, duyguları yaklaştırır. Bu dünyanın her yerinde bir sorun olabileceği gibi, bugünün Almanya’sında duygudaşlık kurabilmenin, sırf bizler gibi buraya sonradan gelenler için değil, Almanların kendi aralarında da en temel sorun olduğunu söyleyebilirim.

- Yaşadığımız çağda yerellik ve evrensellik arasında nasıl bir ilgi kurardınız. F. Almanya’da multi-kültürel yaşayış biçimleriyle beraber yeni bir edebiyat mı doğuyor?

SİNAN ÖZTÜRK- Özellikle bu çağda giderek küçülen dünyanın yerel ve evrenselden daha çok geçişkenlik yaşadığı bir dönemde olduğunu düşünüyorum. Özellikle AB’ye baktığımızda insanlar sürekli bir yerlerden bir yerlere gidiyor, çalışıyor, yerleşiyor. İnternet teknolojisiyle herkes her an her yerde herkesle iletişime girebiliyor. İletişimin bu denli hızlandığı bir çağda yerellikten eskiden anladığımız yerelliği anlamamız zor. Binlerce yılda oluşmuş kalıplar büyük bir hızla kırılıyor. Bütün denizlerin birbirine karıştığı tek bir okyanus gibi toplumsal yapılar oluşuyor.

Ancak öyle de olsa, insanın henüz insani özelliklerini tümden yitirmediği bu son dönemde gene de ortak özellikleri vardır. Yalnızlık, ölüm, aşk, özgürlük, özlem, umut gibi insana özgü birçok olgu elbette edebiyat yapıtlarındaki ana temalar olarak kalacaklardır.

Almanya’da multi kültürel bir edebiyatın doğuşundan daha çok, genel geçer yargılara teslim olmuş, onları besleyerek kendini vitrine çıkarmak telaşının ağır bastığı düşüncesindeyim. Almanlara yaranarak, onların her toplumda olduğu gibi var olan klişelerini, önyargılarını besleyerek ve böylelikle aradan “İyi bir yabancı!” olarak sıyrılmayı hedefleyen, kendi kimliğini bir zenginlik olarak bu topluma akıtmayı düşünmektense, o kimlikten aslında rahatsız olduğunu hissettiren atraksiyonlar olarak görüyorum daha çok.

İdealizm, her alanda azalmakla birlikte edebiyat dünyasında da aynı yolu izlemektedir. Ve bana göre bu yüzyılın en önemli sorunu, idealist insanın ölümüdür!

İLHAN AYER - HAGEN

HABERE YORUM KAT