Yazar Şakir Bilgin: Göç emperyalizmin yarattığı siyasi depremin sonucu

Yazar Şakir Bilgin: Göç emperyalizmin yarattığı siyasi depremin sonucu

Uzun yıllardır Almanya'da yaşayan göçmen yazar Şakir Bilgin Artı49'a konuştu.

Siyasi sürgünlerin, Almanya'da yaşamak zorunda bırakılmış yurdum insanının öykülerini kaleme alan eğitimci, yazar Şakir Bilgin Artı 49'a samimi açıklamalar yaptı. Devrimci yazar, hem kişisel yaşam öyküsünü hem de hiçbir zaman kopmadığı memleketi Türkiye'nin sorunlarına dair konuştu. 


Geçmişteki tecrübelerinden hareketle 15 Temmuz Fetullahçı darbe girişimini değerlendiren Bilgin, "15 Temmuz, bu iktidarı paylaşan güçlerin kendi içlerindeki bir hegemonya kavgası olarak  oluşmuş ve CİA destekli FETÖ hareketinin, iktidarı ele geçirmeyi hedefleyen bir kalkışmasıdır. Sonrasında ise AKP, iktidarını pekiştirmeyi başararak asıl misyonunu yerine getirme doğrultusunda ülkedeki karşı devrim hareketine ivme kazandırmış, halka ve cumhuriyet güçlerine karşı darbe  daha yoğun bir şekilde sürdürülmüştür" değerlendirmesini yaptı. 

Bilgin'le gerçekleştirdiğimiz söyleşinin tamamı şu şekilde: 


Şakir Bilgin gözü ile çocukluğunuzdan bugüne Şakir Bilgin kimdir?


Köy Enstitülü bir baba ile bir köy kadınının çocuğu olarak, bir köy okulunda dünyaya geldim. Köy ortamında ve öğrenciler arasında büyüdüm. Bizim kuşağımız gibi ben de yurt ve toplum sevgisi ile şekillendim. Bizler komşumuzla, köyümüzdekilerle her şeyimizi paylaşarak, herkesin derdinin kendi derdimiz görüldüğü bir toplumun bireyi olarak yetiştik. Yöremiz Mengen’deki okullardan sonra Bolu Erkek Öğretmen Okuluna giderek babam gibi öğretmen oldum. Ülkede 68 ruhunun estiği yıllarda dört yıl köy öğretmenliği yaptım. Sonrasında yüksekokula başladım İstanbul’da. 1973-76 yılları arasında Atatürk Eğitim Enstitüsünde okudum ve beden eğitimi öğretmeni oldum.

Bu yıllar, gençlik içinde devrimci mücadele ateşinin yükseldiği ve kalbi yurt sevgisi ile dolu olan her genci içine alıp sürüklediği bir dönemdi. Üniversite gençliği mücadelesine aktif olarak katıldım. Faşizme karşı mücadele saflarında yer aldım.

Devrim ve sosyalizm davasının gönüllü bir neferi oldum. Bu davaya bağlılığım yurt dışına geldiğim 1976 yılından sonra da sürdü. 12 Eylül Faşist Askeri Darbesine karşı Almanya’da muhalefet hareketi içinde sorumluluk üstlendim. 1983 yılı başında İstanbul’da gözaltına alındım. Sonrasında üç yılı aşkın bir süre askeri cezaevlerinde tutuklu kaldım. Serbest bırakılmam için Almanya’da büyük bir dayanışma hareketi oluşturuldu. Türkiye’ye davalarımı izlemeye altı kez delegasyon geldi. Alman hükümetinin de çabalarıyla bu dayanışma sonucunu verdi ve 1986 yılı baharında serbest bırakıldım. 

Cezaevi sonrası yeniden Almanya’ya döndüğümde siyasi faaliyetlerimi insan hakları alanında yoğunlaştırdım ve Türkiye-Almanya İnsan Hakları Derneğinin kuruluşuna önderlik ettim, bunun kurucu başkanı olarak yıllarca görev yaptım.

Kısacası kişiliğimde ve karakterimde yurt ve toplum sevgisi, özgürlük ve devrim mücadelesinin değerleri belirleyici bir unsur olmuştur. 

Yazarlığa başlamadan önce örnek aldığınız ve etkilendiğiniz yazarlar kimlerdir?

Birçok yazar sayılabilir bu konuda. Bizim dönemimizde kitap okuma ve dünyamızı kitaplar ile zenginleştirme önemliydi. Öğretmen okulunda dünya ve Türk edebiyatı klasiklerini okuyarak birtakım yazarların etki alanına girdim. Köyde geçen öğretmenlik yıllarında toplumsal gerçekçi yazarların kitaplarını okuma olanağım oldu. Sendikamız TÖS’ün de başkanlığını yapmış olan Fakir Baykurt beni etkileyen yazarların başında geliyordu. Kemal Tahir ve Orhan Kemal’in kitapları elimizden düşmezdi. Yaşar Kemal’i de özellikle  İnce Memed’iyle bunlar arasında mutlaka saymalıyım.


Dünya edebiyatından ilk eserlerini öğretmen okulunda okudum. Etkilendiğim yazarların başında Fareler ve İnsanlar’ıyla Steinbeck ve Anne Karenina’sıyla Tolstoy gelir. 

Devrimci bir yazar olarak 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül ile son 20 yıldır iktidarda olan AKP dönemini -15 Temmuz dahil- nasıl değerlendirirsiniz?

Türkiye tarihindeki tüm darbeleri ülkenin yeni sömürge özelliğiyle  yani dışa bağımlılığıyla birlikte değerlendirmek yanlış olmaz. Darbelerden 27 Mayıs, ötekilerden farklı bir özellik arzeder. Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapma gayretleri içindeki yerli işbirlikçilerin iktidarı olan Demokrat Parti’nin giderek tek partinin diktatörlüğüne dönüşen yönetimine karşı bir refleks olarak meydana gelmiştir. Kemalist subayların ve yurtsever üniversite gençliğinin “Ordu-Gençlik El Ele” şiarı ile öne çıktığı 27 Mayıs Askeri Darbesi sonrası, parlamenter demokrasinin en özgür döneminin yaşandığı bir süreç yaşanmıştır. Ülkede demokratik hak ve özgürlükler, yeni oluşturulan anayasanın da etkisiyle kendini hissettirir bir siyasi iklim ve zemin oluşturmuştur. 

12 Mart ve 12 Eylül ise emperyalizm tarafından yönlendirilen ve desteklenen müdahelelerdir ve bunlar, sola ve demokratik güçlere karşı, halka ve emekçilere karşı yapılan darbelerdir. Bu darbeler sonuçları itibari ile ülkeyi çağdaş demokrasiden uzaklaştırmış ve siyasi İslam’ın hem toplumsal yaşam biçimi hem de siyasal ve ideolojik olarak bir yönetim modeli olması yönünde değişimine sokmuştur. Özellikle de ordu eli ile İslam’i etkinin nüfuz kazandırıldığı 12 Eylül Askeri Faşist Darbesinin bu özelliği çok açık şekilde ortadadır.


15 Temmuz olayını değerlendirirken, AKP’nin 12 Eylül’ün devamı özelliğinde bir parti olarak Amerika tarafından iktidara hazırlandığını ve getirildiğini göz önünde bulundurmak gerekir. AKP ile Türkiye’de Cumhuriyet değerlerine karşı, karşı-devrimci bir siyasi hareket süreklilik kazanmıştır. Aynı zamanda tüm alanlarda ülkenin iç dinamikleri ve ulusal değerleri yok edilmeye çalışılmış, dışa bağımlılık artırılmıştır. 15 Temmuz, bu iktidarı paylaşan güçlerin kendi içlerindeki bir hegemonya kavgası olarak  oluşmuş ve CİA destekli FETÖ hareketinin, iktidarı ele geçirmeyi hedefleyen bir kalkışmasıdır. Sonrasında ise AKP, iktidarını pekiştirmeyi başararak asıl misyonunu yerine getirme doğrultusunda ülkedeki karşı devrim hareketine ivme kazandırmış, halka ve cumhuriyet güçlerine karşı darbe  daha yoğun bir şekilde sürdürülmüştür. 

Eğitimci bir göçmen olarak Türkiye’deki göç olayına bakışınız nasıldır?

Göç çağımızda gitgide evrensellik kazanan bir olgudur. Türkiye’deki göç olayını dış gelişmelerden bağımsız olarak ele alamayız. 11 Eylül olayından sonra dünya, İslam coğrafyasında sıcak savaş ortamına girildiği, yurtsever rejimlerin kırıntılarının yok edilmek istendiği ve siyasi İslam’ın hegemonya kazanmasına çalışıldığı yeni bir evreye girmiştir. Fas’tan Afganistan’a coğrafyalar cehenneme dönüştürülmüş, yeni paylaşım savaşları yapılmıştır.

Bu “siyasi deprem” doğal olarak göç olaylarını tetiklemiş, milyonlar ya kendi ülkesinde göçmen olmuş ya da başka ülkelere sığınmak zorunda kalmıştır. Türkiye, Suriye’de dış güçlerin taşeronluğuna soyunarak bu ülkeye karşı yürütülen savaşta açık olarak saf tutmuştur, savaşın lojistik desteğini veren ve hatta zaman zaman bunda yer alan bir ülke olmuştur. Bu durum, ülkeye gelen göçün ana nedenlerinden biridir.

Keza bugün Afganistan’dan gelmeye başlayan göç de emperyalist politikaların uyduluğunda üstlenilen rolün karşımıza çıkardığı bir olgudur öncelikle. 

Bunun yanında dünyadaki gelir ve ekonomik yönden eşitsizliğinin, emperyalist sömürü ve talanın bazı ülkeleri yaşanamaz hale getirmesi de önemli bir göç nedenidir. 

İnsancıl nedenlerle ve bu bakışla göç olayına yaklaşmak durumundayız. Ancak iktidarın bu sorunu ülkenin kaldıramayacağı boyutlara taşıyan politikasını ve rolünü de gözden kaçırmamalıyız. Dış ülkelerle, komşularımızla barış ortamının oluşması, göç sorununun çözümü yönünde adımlar atılmasını mutlaka kolaylaştıracaktır. 

Son günlerde meydana gelen orman yangınları sizce bir sabotaj mıdır? Bu konuda hükümetin tutumu nasıldır?

Yangınların nedenleriyle ilgili -bu aşamada- spekülasyonlara neden olacak bazı yorumlardan kaçınmak isterim. Ancak bizim asıl üzerinde durmamız gereken bunlara karşı iktidar olarak nasıl hazırlanıldığı ve nelerin yapıldığı konusudur. Yukarıda size “ülkenin iç dinamiklerinin yok edildiğinden” söz etmiştim. THK’nın başına gelenler bunun en iyi örneklerinden biridir. Başarıyla görev yapan on yılların bir kurumu işlevsizleştirilmiştir. Yangınların büyük risk oluşturduğu Türkiye gibi bir ülkede bunun yerine yeni bir kurumlaşmaya da gidilmemiştir. Düşünebiliyor musunuz, ülkenin yangınlara karşı anında müdahale edecek tek bir uçağı dahi yoktur. Kiralandığı söylenen 3 uçak için 20 milyon üstünde para vereceksiniz; bunun beşte biri maliyetle servisini yaptırıp uçuşa hazır hale getireceğiniz THK’nın çok sayıda uçağını hangarlarda çürüteceksiniz!

Bodrum’da sekiz gün boyunca 30 km. üzerinde bir mesafe kaydeden yangını söndürmek için, yerel yöneticilerin ve halkın tüm feryatlarına karşın, uçak göndermeyeceksiniz! Askeri günlerce kışlada tutacaksınız! Bu yangınlar ülkenin nasıl yönetildiğini gösterme bakımından ibret alınacak özelliktedir. Halka ve ulusal değerlere karşı bir yönetim ile karşı karşıyayız... Olan ne yazık ki yoktan var edilen ülkeye ve bu ülkenin güzel insanlarına oluyor... 

Türkiye’den Almanya’ya göçün 60. yılı nedeniyle yayıneviniz DÜNYA VERLAG tarafından bir edebiyat yarışması düzenlendi? Bu yarışma nasıl ilerliyor, ilgi ve katılımdan memnun musunuz? Mevcut durum nedir?

Düzenlediğimiz edebiyat yarışmasına ilgi ve katılım yoğun oldu. Dört ay gibi kısa bir süre olmasına karşın öykü ve şiir dalında 100’ün üstünde başvuru aldık. Başvuru koşullarına uygunluk gösteren 80 öykü ve şiiri jüri üyelerimize gönderdik. Şu an bunların değerlendirmesi yapılmaktadır. Muhtemelen bu ay sonunda kadar yarışma ile ilgili basılacak kitapta yer alacak eserler belirlenmiş olacaktır. 30 Ekim tarihinde de yapacağımız ödül töreninde sonuçları kamuoyuna ve edebiyat dünyasına açıklayacağız. 

Gelecekle ilgili toplumsal ve kişisel projeleriniz var mı? Bu bağlamda yayınevini nasıl bir gelecek bekliyor?

Dünya Verlag’ı uzun soluklu ve kalıcı bir yayınevi olma ereğiyle kurduk. Edebiyat ve kültür alanından toplumumuzu besleyen ve yazarlarımıza-şairlerimize olanaklar sunan bir kuruluş olarak, yaptığımız yarışmaya benzer etkinliklerimiz gelecekte de olacaktır. Bu anlamda süreklilik gösteren bir kültürel ortam yaratmak isteğindeyiz. 

Elbette bir yazar olarak kendi şahsi projelerim var. Ancak bu aşamada önceliğim yayınevinin gelişimi olacaktır. Yazın faaliyetlerimi buna katkı sunacak bir bakışla yürüteceğim. 
Yayınevleri zor bir dönemden geçiyor. Yayıncılığın, zamana uygun bir anlayışla yürütülürse yaşama ve tutunma şansı var. Bunun bilinciyle hareket ediyoruz. Toplumumuzda kendini fark ettiren bir yayıncılık gerçekleştireceğimize inanıyoruz. 

Biyolojik olarak yaşlılığa adım atmanıza karşın hem fiziksel ve zihinsel yönden hem de sosyal ve kültürel alanda yürüttüğünüz projelerle genç kalmış birisiniz. Bunu neye borçlusunuz?
Belki bizi bekleyen zorlukları bildiğim için böyle bir görüntü vermiş olabilirim! Bu elbette işin şakası... Sorunuza gelecek olursak, şunu söyleyebilirim: Siyasi-toplumsal saiklerle hareket ettiğim gençliğimden bu yana umutlu olmayı ve yaşama hep iyi yönünden bakmayı ilke edindim. En zor koşullarda dahi yaşama tutunmaya çalışmışımdır. Kanımca, güzel şeyler üretmek için uğraş göstermek ve karamsarlığa mümkün olduğunca yer vermemek, kişinin ruhsal yönden diri kalması için çok önemlidir. Devrimcilik, hep yeni’yi aramak ve hangi koşullarda olunursa olunsun yeni’ye ulaşmak için bir yaşam tarzına dönüşürse kişinin manevi yönden daha “genç” kalmasını da sağlayabilir. Bunun yanında yaşam koşulları ve içinde bulunulan sosyal ilişkiler ve aile ortamı da kişi üzerinde doğrudan etkide bulunmaktadır. Ayrıca, sporu sağlık amaçlı yapmayı başarabilen kişilerdenim. 

Belki tüm bu nedenler bir arada beni biyolojik yaşıma göre daha genç gösteriyor olabilir... Kısacası, size göre “yaşım yetmiş ama işim bitmemiş” daha... Beni önemli işlere soyunduğumuz bir dönemde motive ettiniz... 

Söyleşi: Birol Balkan

HABERE YORUM KAT
2 Yorum