Hüsnü Atasoy ve fotoğraf sanatı: Gerçek hazine dünyanın sokaklarında

Hüsnü Atasoy ve fotoğraf sanatı: Gerçek hazine dünyanın sokaklarında

“Bir sokak fotoğrafçısı olarak, hiçbir zaman güzel görüntülerin peşinde olmamayı seçtim ben. 'İyi fotoğraf' için yıllardır sokaklardayım ve o iyi fotoğrafı yakalayabilmenin ne kadar zorlu ve acılı olduğunu biliyorum.”

Yıllarca Asya ve Afrikaʼnın ücra sokaklarında dolaşıp enstantaneler yakaladıktan sonra Amsterdamʼa yerleşen fotoğraf sanatçısı Hüsnü Atasoy, sorularımızı yanıtladı ve hem dünyanın hem de fotoğrafın hallerini anlattı.

– Dünyanın sokaklarını, daha doğrusu “başka bir dünyanın” sokaklarını fotoğraflıyorsunuz. Mizansenlerden kaçıyorsunuz, hatta karşısınız: Yani önceden kurgulanıp hazırlanmış sahnelerin fotoğraflarını çekmiyorsunuz. Anlık saptamalardan, enstantanelerden oluşuyor işleriniz. Somut hayatın içinden görüntüler bunlar. Şöyle soralım: Şimdi yaşadığınız Avrupaʼnın sokaklarında “başka bir dünyadan aşina olduğunuz” görüntüler hiç mi yok? İyi bildiğiniz Uzakdoğu sokaklarıyla bir Almanya ve Hollandaʼnın sokakları arasında nasıl bir farklılık, hatta tezat var?

HÜSNÜ ATASOY – Dünyanın ulaşabildiğim sokaklarında dolaşırken (ki, günler ve geceler boyu ömrüm sokaklarda geçer) bir kurgu yaratma ve onun için çırpınma telaşında asla olmam. Hangi coğrafyada olursam olayım, devinen hayatın içinde, gizli-saklı demeyelim ama, kendimi pek göstermeden dolanır gözlem yaparım. Gözlem, iyi fotoğrafa giden en önemli unsurlardan biridir. Sokakta akan hayatın içinde insan davranış ve yaşam biçimini çözmeden fotoğraf çekmeye başlamak, fotoğrafçıyı tuzağa çeker.


Kameram, önce yüreğim, sonra beynim ve en son gözlerimdir. Bu üç unsurun bir hizaya gelmeden iyi fotoğrafa ulaşılamayacağını, bunu en iyi anlatan büyük usta Henri Cartier Bressonʼdan beri biliyorum.

Anlık saptamaların (çekimlerin) aslında “o anʼa” gelene değin bir geçmişi vardır ve “o an” deklanşöre basılıyorsa, tüm geçmiş o kareye oturur ve sabitlendiği andan itibaren sonsuza kadar bilinmez (!) yolculuğu başlar fotoğrafın.

Bunları şunun için söylüyorum: Dünyanın tüm sokaklarının kendilerine has hikâyeleri vardır. Yaşamın kurgusu, ritmi, davranış biçimleri her coğrafyada farklıdır. Aslolan, fotoğrafçının o farkın ayırdına vararak adımladığı sokakların kültürüne, yaşam biçimine ve daha bir dolu farklılıklara kendi birikim penceresinden nasıl baktığı ve fotoğrafa nasıl aktarabildiğidir.

Buradan devam edersek, uzun yıllar yaşadığım Hindistan, Hong Kong ve defalarca dolaştığım Sri Lanka, Nepal, Kamboçya, Laos, Japonya sokaklarında karşılaştıklarım ile Türkiyeʼnin veya herhangi bir Avrupa kentinin sokaklarında karşılaştığım anlar çok farklılıklarla dolu.

GÖRÜNTÜ VE FOTOĞRAF

Her ülkenin kendine has bir ulus karakteri, yaşam biçimi, hayatı sürdürme şekli, insani ilişkiler farkındalığı ve bunlarla ilintili olarak kültür birikiminden gelen hayatı kavrama va davranış biçimi var. Bu farkındalıkları kavramadan paldır küldür açgözlülükle sokaklarda fotoğraf avına çıkan kişi, fena halde tuzağa düşer. Elde ettiği görüntülerin “güzel, çok güzel” olduğu düşüncesi ile etrafına gönül rahatlığı ile caka satabilir. Hatta bu “güzel” görüntüler büyük bir kesim tarafından kabul bile görebilir. Ancak elde ettiğimiz görüntüler, nereyi, neyi, kimi ve daha birçok şeyi anlatır yeterliliğe sahip mi? Eğer bunlara doyurucu yanıtlar veremiyorsa fotoğraflar, onlar sadece görüntü olarak, evet, belki “güzel görüntüler” olarak kalır.

Bir sokak fotoğrafçısı olarak, hiçbir zaman güzel görüntülerin peşinde olmamayı seçtim ben. “İyi fotoğraf” için yıllardır sokaklardayım ve o iyi fotoğrafı yakalayabilmenin ne kadar zorlu ve acılı olduğunu biliyorum.

Uzak ülkeler ile Avrupa sokaklarını sözcükler ile kıyaslayarak anlatmak benim becerebileceğim bir iş değil. Bunu kalemi sağlam olanlara bırakmaktan yanayım. Her dolaştığım (aslında buna “yaşadığım” demek daha doğru) coğrafyanın sokak portfolyolarını ayrı ayrı ortaya dökmek taraftarıyım. Aradaki benzerlikleri ya da farklılıkları fotoğraf zaten anlatıyor olacak. Fotoğraf izleyicisi bu farkı görüp yorumlayacaktır.

JOSEF KOUDELKA’NIN UYARISI

– Fotoğraf bugün sizce mesela bir Avrupa başkentinde neyi temsil ediyor? Neleri saptayabiliyor? Neler yapabilir, nasıl bir işlevi var?

HÜSNÜ ATASOY – Fotoğrafın neyi temsil ettiği değil, ama fotoğrafçının hangi ideolojiyi temsil ettiği üzerinden gitmemiz gerek. Fotoğrafın o kadar çok dalı var ve bu kollar o kadar geniş ki, fotoğrafçının kendi çizgisini belirleyip neyi, kime, ne amaçla ve nasıl göstermesi gerektiğine karar vermesi gerek.

Görece olarak, Avrupa şu an Ortadoğu cehennemi gibi bir durumun içinde değil belki. Ama Avrupa başkentleri dünyanın geri kalan ülkelerinden daha sorunsuz, daha rahat, bir eli yağda bir eli balda bir yaşamın içinde gibi de görüntü vermiyor…

Her ne kadar savaş yaşamıyor görünse de, Ortadoğu cehennemine gizli ya da açık katkılarının karşılığını sokaklarında çaresiz dolanıp el avuç açan, evsiz yurtsuz yaşayan göçmenlerle alıyor. İnsanlarının ciddi bir bölümü yeterli ekonomik rahatlık içinde değil. Çoğu, sosyal ve sağlık hizmetlerinden görünürdeki refaha göre yeterli payı alamıyor. Yine insanlar insanca yaşayabileceği konutlarda yaşamıyorlar. Emekli olduklarında, yaşlılıklarında, geri kalan ömürlerini nasıl geçireceklerini kara kara düşündükleri acımasız ücret politikaları altında eziliyorlar.

Saymaya kalkarsak, Avrupa ülkeleri diğer ülkelerden pek de fazlaca refahın içinde değil.

ÜRETİLEN FOTOĞRAFLARIN KADERİ

Burada Avrupalı fotoğrafçının tavrı devreye girer bana kalırsa. Tek bir fotoğrafın dünyayı değiştirmesini beklemek yerine, tek tek fotoğrafçıların yukarıda saymaya çalıştığımız sorunlar üzerinden işler üretmeleri gerek. Aslında üretilmediğini sanmıyorum. Avrupaʼda yaşayan fotoğrafçıların bu konulara kafa yorduğu, tek tek konuların izinden giderek sağlam portfolyolar ürettikleri kanısındayım.

Temel sorun şu: Bu fotoğrafçılar görünür olabiliyorlar mı? Ürettikleri işlerle medyada ne kadar yer alabiliyorlar ve nasıl bir dalgalanma yaratıyorlar? Ya da gerçekten bir dalgalanma olabiliyor mu?

Dijital çağda, artık herkesin kendini fotoğrafçı ilan ettiği sanal platformlarla kuşatılmış bir dünya içinde, akıl almaz bir görüntü bombardımanı altında yaşıyoruz. Basılı medyanın neredeyse artık son nefesini vermek üzere olduğunu görüyoruz. İster dijital medya platformlarında, ister başka platformlarda artık her şey gibi fotoğraf da ışık hızıyla tüketiliyor.

Benim gözümde, yaşayan fotoğrafçılar içinde şu an en önemli isim olan Josef Koudelka ile bundan altı yıl önce tanışma ve bir akşam yemeğinde sohbet etme şansım olmuştu. O akşam yemeğinde sohbet dönüp dolaşıp bugüne geldiğinde ona bir soru sormuştuk: “Usta, bugün geldiğimiz durumda dijital fotoğraf için ne diyorsun?” Bu kısacık soruya hiç zaman geçirmeden hemen yanıtını vermişti: “Fotoğrafın geleceği çok parlak, ama aynı şeyi fotoğrafçılar için söyleyemem!”

Evet, bu sözün üzerinden altı yıl geçti ve o sözünü ettiği parlak günler şimdi gelmiş gibi görünüyor. Ama nasıl bir parlaklık bu? Çevreye biraz alıcı gözle baktığımızda parlayan bir şey görüyor muyuz? Bana göre, kocaman bir “Hayır”…

ÖDENEN BEDELLER

İki büyük dünya savaşı, Kore, Vietnam, Afrikaʼda bağımsızlık savaşları ve soykırımlar, Latin Amerika ülkelerindeki kanlı darbeler, başkaldırılar ve bunlara benzer bir dolu yaşanmış acı, fotoğrafçıların korkusuzca, hayatları pahasına yaptığı çalışmalar ile insanlık tarihindeki yerini aldı.

Peki, ya yakın tarihte olanlar? Fotoğrafçılar yine çalışıyor ve üretiyorlar, ama medyada yer bulabiliyorlar mı? Ya da, Vietnam savaşında olduğu gibi, o dönemin fotoğrafçıları kadar bütün cephelerde çalışıp dünyaya olanı biteni yansıtabiliyorlar mı? Çalışamıyorlar!

Çünkü savaşların ağababalarının gözleri artık açıldı ve fotoğrafçıların her yerde özgürce çalışmasını istemiyorlar, engelliyorlar. Daha doğrusu cephelere yaklaştırmıyorlar bile. Biliyorlar çünkü, en son Vietnam savaşında ipliklerinin nasıl pazara çıktığını. Ordunun gözetiminde “çalışan”, iliştirilmiş muhabirler ve fotoğrafçılar var artık savaşlarda. Yalnızca ordunun izin verdiği görüntü yayınlanabiliyor. Gerisine kesinlikle hoşgörü yok!

Körfez savaşları, Yugoslavyaʼnın parçalanmasıyla biten kanlı içsavaş , Afrika Baharı (Ne demekse?), Libyaʼda olanlar, Suriyeʼde sürmekte olan savaş ortamında fotoğrafçılar her türlü engele karşı yine de fotoğraflar ürettiler belki ama, yayınlanabiliyor mu?

Fotoğraf, tek bir fotoğraf, onu izleyen kitlelerde çok büyük bir etki yaratabilir. Fotoğraf tarihi böyle örneklerle doludur. Fotoğraf her şeyi saptayabilir. Bu her şeyin içine aklınıza ne geliyorsa girer. Her ortamda, mecralarda görünür olabiliyor mu? Temel sorun bu!

Popüler kültür çağının korkunç arsız, tüketmeye, anında tüketmeye ve anında unutmaya kurgulanmış ortamında, fotoğrafçıların işleri sanıldığı kadar kolay görünmüyor.

HALKWEB – AMSTERDAM

Kaynak: www.kültür.eu

HABERE YORUM KAT
2 Yorum