Bir tarihçinin Berlin gezisinden notlar

Bir tarihçinin Berlin gezisinden notlar

Dr. Hüseyin Yıldırım’ın anısına…ENGİN BERBER - Akademik bir etkinliğe katılmak için veya turist olarak gidip gezdiğim bazı ülke ve kentlerle ilgili...

Dr. Hüseyin Yıldırım’ın anısına… ENGİN BERBER - Akademik bir etkinliğe katılmak için veya turist olarak gidip gezdiğim bazı ülke ve kentlerle ilgili gözlemlerimi daha önce de yayımlamıştım. Nisan ayının son haftasını, Zentrum Moderner Orient’te doktora sonrası çalışmalar yapmakta olan eski bir öğrencim, Ufuk Adak’ın davetlisi olarak Berlin’de geçirdim. Reşat Nuri Güntekin, roman türünde olmayan bir kitabında, gezileri sırasında istasyonda tren, otelinde uyku veya yolculuk etmekte olduğu aracın tamirini beklerken, “vakit öldürmek için icat ettiğim çarelerden biri de, elime geçen bir kâğıt parçasına yollarda gördüğüm öteberiyi karmakarışık not etmektir” diye yazmış5. Benim amacım farklı: Gözlemlerimden hareketle yazacaklarımın, kendimden başkaları için de anlamlı olacağı düşüncesiyle gezilerim sırasında günlük tutuyorum. Birazdan okuyacaklarınız, Berlin’de tuttuğum günlükten çıkarıp geliştirdiğim notlardır. Sabahları Bülbül Sesiyle Uyanmak Bindiğim uçak Tegel Havaalanı’na inerken camdan görünen, bir örnek apartmanlar ve bahçeli evler arasına serilmiş yeşil bir örtüydü. Wilmersdorf semtindeki bir apartmanın beşinci katında, küçük bir dairede kalıyoruz. Sabahları balkondan baktığımda, oradan oraya koşuşan tavşan ve sincaplar görüyorum. Berlin’in parkları ve koruluk benzeri mezarlıklarında6 gözüme ilişen yaban domuzu ve tilkilerle şafağın sökmesine ramak kala işittiğim bülbül seslerini de unutmam mümkün değil. Bu nedenle Avrupa’nın en büyük hayvanat bahçelerinden birinin (Zoo Berlin) Berlin’de kurulmuş olmasını hiç yadırgamadım. Giriş için 13 Avro ödüyorsunuz ama son kuruşuna kadar değer. Elde kalan bir avuç yeşilin yandaş sermayeye peşkeş çekildiği, süs havuzlarındaki ördek ve kazların kesilip tüketildiği, kendi habitatında ayıların zevk için dövülerek öldürüldüğü Türkiye’de, sakinleri doğa ve bileşenleriyle barışık bir kentimiz var mı diye düşünmeden edemiyorum. Kamusal Alanın Temizliği Avrupa’nın birçok kentinde olduğu gibi, Berlin’de de başıboş kedi-köpeğe rastlamanız mümkün deği. Tasmayla dolaştırılan bu tür sahipli hayvanların kirlettiği birkaç sokak adımlasam da, yaşamakta olduğum İzmir’in sokaklarına, başıboş kedi-köpekler için bırakılmış/dökülmüş yemek artıkları ve yaz aylarında bundan kaynaklanan pis koku ve haşarat baskısı aklıma gelince, gördüklerimi unutuyorum. Berlin’de çok sayıda insan, toplu taşıma araçlarında bira tüketerek seyahat ediyor. Bir akşam metroda, burnumuzun direğini sızlatan bir üre kokusuna maruz kalıyoruz. Neyse ki, sonraki istasyonda bindiğimiz vagonu, başkalarıyla göz teması kurmaktan kaçınan olası suç failiyle baş başa bırakarak terk ediyoruz. Ulaşımın Truva Atı: Berlin Metrosu Bir büyük şehirde olması beklenen, her ulaşım aracı var Berlin’de: Metro, otobüs, tramvay, taksi ve vapur. Sadece turistik amaçlar için kullanıldığı anlaşılan vapuru bir kenara bırakacak olursak, bu araçların en önemlisi, çok sayıda hattıyla kenti daha çok yer altından dolaşan metro (U-Bahn). Hizmete açıldığı 1902 yılından bu yana büyüyen Berlin Metrosu’nda, sarıya boyanmış vagonların camlarını, Brandenburg Kapısı’nın beyaz çıkartmaları süslüyor. Türkiye’de siyaset yapanların, her seçim döneminde hızlı tren ve/veya metroyu vadetmeleri dolayısıyla toplu taşıma konusundaki geri kalmışlığımızı anımsıyorum. Alman Tarih Müzesi’nde Bir Gün Berlin bir müzeler kenti. Tamamını gezmeye ne niyetimiz, ne de zamanımız var. Bergama Müzesi (Pergamon Museum)10 ile Alman Tarih Müzesi (Deutsches Historisches Museum), Prusyalı ünlü tarihçi Ranke’nin kurduğu Alexanderplatz’daki müzeler adası (Museumsinsel) içinde, sanki birbirlerine sırt vermiş gibiler. Spree Nehri, bu iki ve de başka büyük müzelerin yerleştiği, 1999 yılında UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ne dahil ettiği adayı çevreliyor. Son dört-beş yıldır, kent müzeciliği de yapan bir akademisyen olarak11, burayı gezmeği çok istiyordum. Nihayet, Alman Tarih Müzesi’nin yüksek tavanlı büyük giriş holündeyiz. Kişi başına 9 Avro verip biletlerimizi alıyoruz. Çok sayıda heykel ve büstün süslediği holde, en az üç metre yüksekliğinde bronz bir Lenin heykeli dikkatimizi çekiyor. Yaklaşıyoruz ve heykelin Alman Ordusu tarafından, İkinci Dünya Savaşı sırasında, Sovyetler Birliği’nden getirilmiş bir ganimet olduğunu öğreniyoruz. Alman tarihini geçmişten bugüne anlatan galeriler; görsel, işitsel ve okunur bir ziyafet sunuyor. Değişik türde binlerce obje ve belgeyle kuşatıldığınız hissine kapılıyorsunuz. Genel olarak sergileme başarılı ama müze çalışanlarının neredeyse hiç İngilizce bilmiyor oluşu ve Almancadan başka dillerde basılmış müze broşürlerinin azlığı ciddi bir sıkıntı. Etnografya, savaş ve sanat müzelerini birleştiren Alman Tarih Müzesi’nde, Viyana kuşatmasından miras Osmanlı eserleri de sergileniyor. Soğuk Savaş döneminde, Batı Almanya’nın radikal sol örgütlerinden Kızıl Ordu Fraksiyonu’nuyla ilgili bir sergiyi de (RAF-Terroristische Gewalt) görme fırsatı bulduk Müze’de. Çok sayıda öldürme ve yaralamadan sorumlu bu örgüte ait yayımlanmamış film, fotoğraf ve illüstrasyonlarla desteklenmiş sergi büyüleyiciydi. Bir müzenin, özellikle bulunduğu kentte yaşayan ziyaretçilerinin ilgisini sürekli kılabilmek için, atölye ve seminer çalışmaları yapması yanında, bunun gibi gelip-geçici sergiler açması da çok önemli. Bu örnekte daha önemli olan ise, bir devlet müzesinin, devleti yıkmak için silahlanmış bir örgütü, Alman tarihinden soyutlamak yerine onun parçası sayması. Türkiye’de bir devlet müzesinin, çoktan eylemlerini durdurmuş rejim karşıtı bir silahlı örgütün sergisine ev sahipliği yaptığını düşünebiliyor musunuz? Müzecilik yönümü besleyen fikirlerle donanmış olarak dışarıya çıkıyorum. Yatağa girer girmez, her fırsatta hiç bilmediği tarihiyle övünen siyasetçilerimizin, iktidar olduklarında böyle bir müzeyi neden kurmadıklarını düşünüyorum. Ecdadın geçmişinden bazı kesitleri hiç sorgulamadan sahiplenirken, kalanını görmezden gelip-horlayan çarpık siyasal kültür (hamaset) ve halk yalakalığı (popülizm) için takılmış samimiyetsizlik maskesi13 aklıma geliyor. Bu değerlendirme ile örtüştüğünden olsa gerek, uykuya yenik düşmezden önce son anımsadığım, “çok söz yalansız, çok para haramsız olmaz” diyen özdeyişimizdi. Tarihle Hemhal Sokak ve Meydanlar İmparator II. Wilhelm’in, kendisiyle aynı ismi taşıyan Almanya’nın ilk imparatoru için inşa ettirdiği, Kurfürstendamm Caddesi’ndeki14 anı kilisesindeyiz (Kaiser Wilhelm Gedachtniskirche). İkinci Dünya Savaşı’ndaki bir müttefik hava bombardımanında kubbesi yıkılan kilisenin, 110 metreden yüksek çan kulesi hala ayakta. Tavanı görkemli mozaiklerle kaplı anı kilisesi, artık ibadete açık değil. Kubbesiz haliyle ücretsiz gezilebilen bir müzeye dönüştürülmüş. İçinde, kilisenin yıkılmadan önce ve hemen sonraki durumunu gösteren bir fotoğraf sergisi ve hediyelik eşya reyonu var. Kapısı önünde, AB’ye alınmasından sonra Bulgaristan’dan Berlin’e göçtüğü söylenen çingenelerden birkaçı dileniyor. Kilise demişken, özellikle Berlin Katedrali’ni (Berliner Dom) unutmamak gerekiyor. Havuzlu bahçesi, dinlenmek isteyen herkese kucak açan Lustgarten’deki bu Protestan katedrali, ilk kez 15. Yüzyıl ortalarında inşa edilmiş. İmparator II. Wilhelm’in emriyle yıkılıp yeniden inşa edilen (1905) heybetli katedral, İkinci Dünya Savaşı’nda ağır hasara uğramış. Demokratik Alman Cumhuriyeti sınırları içinde olduğu soğuk savaş döneminde kapalı duran katedral, uzun süren bir restorasyon çalışmasının ardından, 1993’te yeniden ziyarete açılmış. İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında, Alman Polis Teşkilatı’nın (Gestapo) Berlinli Yahudileri tutukladığı kaldırım ve meydanlarda yerlere, kare biçimli dökümden plakalar çakılmış. Plakalarda tutuklanan kişinin ismi, doğum tarihi ve mesleği dışında, hangi toplama kampında öldüğü, katledildiği veya kaybolduğu belirtilmiş. Yakın geçmişte böyle bir işaretlemenin kolayca yapılabilmesi, Gestapo’nun ne denli özenli kayıt tuttuğunun gösteriyor. Esasen Nazi dönemini mahkûm eden, açık ve/veya kapalı mekânları görmeden Berlin’i gezmek mümkün değil. Katledilmiş Avrupalı Yahudileri anmak için inşa edilmiş temsili bir mezarlık (Holocaust Memorial), bu mekânların başında geliyor. Brandenburg Kapısı’na birkaç dakika uzaklıktaki mezarlık, 2005 yılında ziyarete açılmış. Yaklaşık 20 dönümlük bir alana, birbirinden farklı büyüklükte 2.711 adet beton blok yerleştirilmiş. Alman Parlamentosu’nun (Reichstag/Bundestag) yanındaki büyük parkta (Tiergarten), katledilmiş çingeneleri anmak için yapılmış bir alan var. Yuvarlak bir sığ havuzu çevreleyen kayrak taşlarına, çingenelerin gönderilip katledildikleri toplama kamplarının isimleri yazılmış. Nereden geldiği belli olmayan tiz ve sinir bozucu bir müzik, kasvetli bir atmosfer yaratıyor. Adını anımsayamadığım bir metro istasyonu girişine dikilmiş metal panoda, Nazilerin o istasyondan hangi toplama kamplarına sevkiyat yaptıkları yazılmış. Kamusal alandaki bu tür işaretleme ve anı alanı düzenlemeleri, faşizmi ebediyen mahkûm etmek için önemli, ancak ortadan kaldırmaya yetmiyor16. Bu arada, çok istediğim halde zamanım olmadığı için gezemediğim Berlin Yahudi Müzesi’ni de (Judisches Museum Berlin), yukarıdaki mekânlara eklemek gerekir. Atina’daki akropolden esinlenerek yapılmış, Paris Meydanı’ndaki (Pariser Platz) Brandenburg Kapısı (1791), Berlin kentinin sembollerinden biri. Ana giriş kapısındaki görkemli sütunların taşıdığı, kabartmalarla süslenmiş platformun üzerine, dört atın çektiği tanrılara ait mitolojik bir savaş arabası (Quadriga) yerleştirilmiş (1793). Prusya’yı Jena’da mağlup eden Napolyon’un (1806) Paris’e götürdüğü bu araba, 1814’te Paris’e giren Prusya Ordusu tarafından Berlin’e getirilmiş. Kapı müttefik hava bombardımanlarında zarar görse de, hemen tamir edilmiş. Soğuk savaş başladığı için açılamayan Kapı, Berlin bölündüğünde Batı’da kalmış ve ancak 22 Aralık 1989’da açılabilmiş. Burada ve Berlin’in bazı başka meydanlarında belediyece kurulmuş, tasarımı başarılı fotoğraf sergileri ilgi çekiyor. Brandenburg Kapısı’na yakın Cumhuriyet Meydanı’nda (Platz der Republic), turistlerin çokça ziyaret ettiği Alman Parlamentosu bulunuyor. Frankfurtlu Paul Wallot’un mimarı olduğu bu görkemli bina 1894 yılında tamamlanmış ve Nazi Partisi iktidar oluncaya kadar (1933) parlamento olarak kullanılmış. İkinci Dünya Savaşı’ndaki müttefik bombardımanından nasibini alan Alman Parlamentosu, soğuk savaş döneminde Berlin’in batısında kaldı17. İki Almanya’nın birleşmesi (1990) ve Berlin’in yeniden başkent yapılmasından (1991) sonra bir kez daha restore edilen bina, 1999’dan beri yine parlamento olarak hizmet veriyor. Binanın önündeki büyük bahçe içinde, bir tarafı Spree Nehri’ne kıyı, çelik ve cam yığını bir yapılar topluluğu dikkatimizi çekiyor. Başbakanlığa ait çeşitli ofisleri barındıran ve olasılıkla yönetimin saydamlığını vurgulamak için böyle inşa edilen yapılara, siyaseten kirli olan her şeyin yıkanıp aklandığı yer anlamında, Almanların “çamaşırhane” ismi verdiklerini öğreniyoruz. Berlin’in bir başka sembolü, kentin bölünmüşlüğüne işaret eden Çarli Kontrol Noktası (Checkpoint Charlie). Berlin Duvarı’nın örülmesinden (1961) sonra, asker ve/veya sivil, karşıt tarafların üst düzey yöneticilerince kullanılmış bu kontrol noktasında, elindeki ABD bayrağıyla hala bir Coni nöbet tutuyor. Aynı noktaya bir de Alman Polisi dikilmiş ki, biz oradayken görev yapan polis, turistlerle yersiz diyalogları ve hareketleriyle dikkati üzerine toplamaya çalışan bir zibidiydi. Kontrol noktasının çevresine, hediyelik eşya satan çok sayıda dükkân konumlanmış. Bunların çoğuna girip çıktığımız için, giriş kapısı üzerinde büyük boy bir orak-çekiçli bayrak asılı duran Museum Checkpoint Charlie’ye uğramıyoruz. İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmi yenilgiye uğratan Birleşik Cephe’nin (ABD, SSCB, Büyük Britanya) 1945 Temmuz’unda, dünyaya düzen vermek için topladığı konferansı (Potsdam) ağırlayan semtin meydanındayız: Potsdammer Platz. Metro istasyonundan çıkar çıkmaz, Rosa Luxemburg’la birlikte Alman Komünist Partisi’ni kuran usta, Karl Liebnecht’in anısına dikilmiş bir heykel karşılıyor sizi. Biraz ötede ise, turistlerin yanında fotoğraf çektirmeleri için buraya getirilmiş, Berlin Duvarı’ndan bir parça sergileniyor. “Bernauer Strasse” isimli metro istasyonu yakınında, Berlin Duvarı’ndan daha büyük bir parça (15 metrelik bir kısım), gözetleme kulelerinden birinin enkazı, Batı Berlin’e kaçış için kazılmış tünellerle bazı kaçakların yakalandığı noktaların yer üstünde işaretlendiği bir alanı görmek mümkün. Mauerpark’ta pazar günleri kurulduğunu öğrendiğimiz, Berlin’in en büyük bitpazarına giderken, tesadüfen karşımıza çıkan bu alan, fotoğraf sergileri ve açıklama panolarıyla bir açık hava müzesine dönüştürülmüş. Berlin’e özgü tuzlu bir simit olan bretzellerimizi tüketirken, olasılıkla soğuk savaş döneminden bu bölgeyi iyi bilen bir grup yaşlı Alman ve turistlerden oluşan bir kalabalığın bileşeni oluyoruz. Spree Nehri’nde Gezinti Orta Avrupa ülkeleri başkentlerinde yaptığım gibi, Berlin’de de bir vapur turu attım. Spree Nehri’ne inen taş ve/veya ahşap merdivenlerin açıldığı küçük iskelelere, değişik büyüklükte vapurlar bağlanmış. Kırk beş dakikalık bir tur için, kişi başına on avro ödeyerek bu vapurlardan birine bindik ve üst güvertedeki bir masaya kurulduk. Tur şirketiyle Berlin’e gelmiş orta yaşlı bir Türk bayan da, bize katıldı. Dediğine göre arkadaşları, kendisi gibi müze gezmek istememişler, sucuk satın almak için Berlin’deki Türk mahallesine (Kreuzberg) gitmişler. Turumuz devem ederken, “biz döner yiyoruz, sen ne yapıyorsun” diye telefon ettiler. Adını anımsamadığım, ancak tadı damağımızda kalan buğday biralarımızı yudumlarken: Müzeler Adası, Berlin Hayvanat Bahçesi, Alman Parlamentosu, Berlin Katedrali vb. binaları farklı açılardan görme ve fotoğraflama şansı buluyorum. Nehir kenarındaki kafelerde oturan, çimenlerde güneşlenen kalabalığı seyrederek turumuzu tamamlıyoruz. Karaya çıktığımızda, atıştırmaya başlayan yağmurdan korunmak için, nehir kenarında kurulmuş bir hediyelik eşya pazarına daldık. Bu pazardan aldığım ve benzerini daha önce görmediğim bir cam divit, Berlin gezimde edindiğim iki önemli eşyadan biri oldu. Berlin’deki Turkish Town: Kreuzberg “Kottbuser Tor” metro istasyonundan girilen Kreuzberg’de, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce, daha çok Yahudi asıllı Alman yurttaşları ikamet edermiş. Berlin bölündüğünde Batı tarafında kalan, duvar boyundaki bu metruk mahalleye devlet, çalışmak üzere Almanya’ya gelmekte olan Türk işçilerini yerleştirmiş. Sakinlerinin önemli bir kısmı Türkiyeli olan Kreuzberg’te, kulağınıza Almancadan ziyade Türkçe çalınıyor. Birçok dükkân ve mağazanın tabelası Türkçe ve Merkez Simit Evi’nde yediğimiz sucuklu yumurtanın tadı bildik olsa da, memleket bir başka. Günlüğüme, Tegel Havaalanı’nda yazdığım son cümlenin, “umarım uçak rötar yapmaz” olması galiba bu sebepten. Bilim ve Gelecek, Sayı: 137, Temmuz 2015, s.s. 64-68

HABERE YORUM KAT