“Babalar ve oğullar”, bugün böyle: Mahir Güven'den sürpriz bir ilk roman

“Babalar ve oğullar”, bugün böyle: Mahir Güven'den sürpriz bir ilk roman

Paris’te, kökleri Türkiye’de genç bir yazar, kayıp, kavrulmuş, ama mağduriyeti kabullenmeyen yenik Zinedin Zidane’ların, ZZ’lerin romanını yazmış bir solukta. Övgü ve lanet çığlıkları hep iç içe.

Anlatılan bizim hikâyemizdir, gerçekten.

Bu insanlar Batı Avrupa’da doğup büyümüş olmalarına rağmen, içlerinde bir Türkiye taşıyorlar. Buna “saklı Türkiye” de diyebiliriz. Oluşumlarıyla resmi verilerin ve resmi ideolojilerin ötesindeydiler çünkü. Gençler ve yaşlandıklarında bile Türkiye kokan bir genç enerji taşıyacaklar. Geçmişten biliyoruz. 

Çoğunluğu Almanya-Avusturya hattında yaşıyor. Yaklaşık 3,1 milyon Türkçeyi ve Türkiye’yi bir biçimde taşıyan insan, Almanya’da. Fransa da bu hatta yer alıyor, ama çok daha az bir Türkiye kökenli nüfusla. Sonuçta Batı Avrupa, 5,5 milyon Türkçeli insana ev sahipliği ediyor. Belki de daha fazla. 

Sorumuz şu: Bunlar edebiyatsız kalabilir mi? 

İzlemeleri ve okumaları zor değil, Türkçe yazmaları zor. Eğitimleri bulundukları ülkenin öğrenim kurumlarıyla sınırlı, dolayısıyla ince ayarı okulda öğrendikleri bu dille yapabilirler. Edebiyatsız kalamazlar ve bu edebiyatı Almanca veya Fransızca yapabilirler. İngilizce geriden geliyor. Sonuçta, bir çoğunluktan söz ediyoruz. 

Bir süredir Avrupa’nın büyük dilleriyle birlikte, ki en büyüğü Almancadır, Türkçede de yayımlanan romanıyla Mahir Güven, bu topluluğun bir parçası olarak sahnedeki yer alıyor.  Babası ve geri planda kalmış ama mutlaka romanlara konu olması gereken annesi, 70’lerin ikinci yarısında sahneye çıkmış genç sol politikacılardı. Oğullarına Mahir adını koymaları, bir izleği daha ilk adımda açıklıyor. Türkiye’de 70’lerin devrimci gençliği, çocuklarına en çok Deniz, ondan daha az olmak üzere Mahir adını koymadı mı? Böylece Deniz ve Mahir’in öldürülemediğini, yok edilemediğini kanıtlamadılar mı? 

DERİN ARGO?

Öyledir ve biz artık başka bir mekândayız. Fransızca yazılmış bir roman ve romancıyla, güçlü bir yazı adamıyla karşı karşıyayız. Mahir Güven, bu gerçekten fırlak zekâlı ve “kıvrak kalemli” genç romancı, Fransızca yazıyor, ama Türkçeyi taşıdığını, kullandığını da anlıyoruz. Araştırmacılığı ve gözlem gücüyle hemen dikkatleri üzerinde topluyor. 

Fransızca ve Türkçede, galiba İngilizce başta olmak üzere diğer dillerde de “Ağabey” adıyla yayımlanan roman, Almancaya “İki Erkek Kardeş” (Zwei Brüder) başlığıyla girdi. Büyük metropollerin kenar mahallelerindeki yoksulların trajik enerjisini özgün bir dille, banliyo jargonu ve “derin argosuyla” anlatabildiği için çok övüldü. Almancada da bu övgüleri hak ettiğini söyleyebiliriz. 

Sonunda adının Azad olduğunu öğrendiğimiz roman kahramanı, hayatını taksicilikle, ama klasik taksicilik değil şu yeni “App” veya “Uber” tarzı taksicilikle kazanan “kafayı yemiş” bir kenar mahalleli: Travmalarını, şizofrenik çıkmazlarını “ot”la denetlemeye çalışıyor. Küçük kardeşi hastabakıcıdır ve Suriyeli babaanneden görüp üstlendiği İslami ritüeller, çoğunluk toplumunun dirsekleriyle birleşip sonunda onu Suriye’deki cihatçılara doktorluk yapmaya kadar itmiştir. Bir başka ifadeyle, çoğunluk toplumunun ritüelleri böyle bir tepkinin “gübreliği” olmuştur. Bir süredir kayıptır bu genç adam. Fransa’ya kötü bir sürpriz için döndüğünü, olayların bu iki kardeş üzerinden anlatıldığını okuyoruz. Bu önümüzdeki, Zinedin Zidane’ın “tutunamayan” ve hiçbir zaman da tutunamayacak olan kardeşlerinin romanıdır. 

KOMÜNİST BABALAR

Bunlar gerçekten trajik tiplemelerdir ve Mahir Güven, başarıyla anlatabiliyor küresel dünyanın gettolarına sıkıştırılmış genç ve adaletsizlikler altında ezilen, ihmal edilmiş kenar semt  insanlarını. Özellikle de, fazla üzerinde çalışmadan “baba”yı anlatıyor: Vaktiyle Paris’e kapağı atabilmiş Suriyeli bir komünisttir baba. Taksici eskisidir artık ve tüm başarısız devrimciliği, izlerini taşıdığı işkenceler, ideolojideki ısrarı, hiç doğru dürüst öğrenemediği, akıcı bir biçimde konuşamadığı Fransızcasıyla da oğlunun maskarasıdır. Bütün bu müktesebatıyla, en fazla o çok bağlı olduğu oğullarının maskarası... Yıllardır... 

Ancak bu, sevgisizlik ve saygısızlık üreten bir maskaralık değildir. Trajik bir yetersizliğin, çaresizliğin ayaklanmış bir portresidir. Mahir Güven, özellikle boşluklar bıraktığı bu roman kahramanını, belki de bu eksikliği sayesinde gerçekten iyi anlatmış sayılmalıdır.

Metnin trajik yanı, anlatılan babanın komünist duyarlılığı, meseleleri kavrayamaması falan değil. Kitap, bir maskaralığın dökümü sonuçta. Batı Avrupa’ya 1970’lerde veya 80’lerde gelen, buradaki dilleri hakkıyla kullanamamanın, itilmişliğin verdiği sinirlilikle daha yaşarken ölen insanların dökümü. “Gurbete giden yiğitlerin” dökümü. Yani kendi köyünde yenilmiş, bilmediği diyarlarda ise öldüğünü kabullenemeyen insanların dökümü. Sözcükteki olumsuz yükü biraz geri çekerek, bir “döküntü” veya “tortu” da diyebiliriz. Komünizmi öldürebilmiş bir coğrafyada, çocuklarına maskara olan dışarlıklı insanların, “göçgün” devrimcilerin trajedisi. 

Mahir Güven, bu görece yan tiplemeyle, baba tiplemesiyle bile 40 yıllık bir dönemi ve dönemeci başarıyla verebiliyor. 

Anlattığı, Suriyeli bir devrimci gencin kırılması ve yaşlı bir ön bunak olarak Fransa’da ölüme yatması, ama bunu hiç kabullenememesi değildir. Anlattığı başka bir şeydir. 

ZZ’LERİN ROMANI

Yazıldığı dilden büyük bir başarıyla Almancaya çevrildiği birçok mahfelde yinelenen, hatta bu yılın haziranında bir çeviri plaftformunun (“TraLaLit - Platform für übersetzte Literatur”) ayın en başarılı çeviri edebiyat yapıtı ilan edilen bu romanın, bir metnin, gerçek bir eyleme dönüştüğünü görüyoruz okudukça. Kahramanın tüm gel-gitlerini yeni bir dile, bu yeni dilin hızına ve tansiyonuna yerleştirdiğini görmezlikten gelemeyiz. Daha açık da yazılabilir: Ölçülere uymayan, gerçeklikle rüyanın iç içe girdiği, realitenin ağır yumruğunu “keyif verici maddeler”, genellikle de “ot” yardımıyla hülyalara dalarak göğüsleyen insanların “otobanıdır” bu roman. Hız sınırlaması bulunmayan bir otoban.

Kayıp, kavrulmuş, ama mağduriyeti kabullenmeyen yenik Zinedin Zidane’ların (ZZ’lerin) romanı. Yazılması çok güç romanlardan. Öyle.

Milyonlarca kayıp ZZ’nin, içlerinden tek bir başarılı ZZ çıkarmasının, diğer milyonların çöpe atılmasının, bu tekil başarıyla milyonlarca insanın bir biçimde avunmasının ve ona ilenmesinin romanı “Ağabey”.  Övgü ve lanet çığlıkları hep iç içedir. 

NEDEN FRANSIZCA?

Fakat bu başarılı metnin, Almanya ve Almancadan değil, Fransa’dan ve Fransızcadan çıkması gerçekten ilginç. Artık iyice kalabalıklaşan ve sadece Almanca yazabilen, içlerinde sönümlenmeye yüz tutmuş bir Türkiye taşıyan insanların yapamadığını, Fransızcada bu insanlara kısmen benzeyen bir genç adam yapabiliyor. Almancada son yıllarda yayımlanmış ama pek de başarılı oldukları söylenemeyecek anlatı, roman vs.’nin üzerine çıkabilmiş bir metnin geri planı ve sesleneceği alanlar, Avrupa’daki Türkçeli milyonların gündemine girmelidir ve bu sonuçsuz kalmaz. 

Başarılı olanlar, başarısızlıklar... Hepsinin ortak bir yanı var: Babalarının ve annelerinin başarısızlıklarının yarattığı korku ve aşağılanma duvarını perçinliyorlar. Özgürlük ve demokrasi, hatta sosyalizm için geldikleri, genelde de kaçtıkları Batı Avrupa’nın egemen dillerini biraz öğrenen, ama hiçbir zaman Türkçe gibi egemen olamadıkları bu dillerin içinde sosyalist hayalleriyle kavrulup kalmış Türk, Arap, Fars devrimci babalar ve anneler ile çocuklarıdır anlatılan. 

Zamanımızın Batı Avrupa’sındaki göçmen topluluklarında yaşayan babalar ve çocukları, böyle. Anlatılabilir mi? Denenmesi gerek. Almancada henüz fırlak bir ürünün çıkmamış olması, başka şeylerin yanı sıra, biraz da demokrasi vurgunu yemiş kuşakların kaderidir. O vurgun aşılabilir mi? Bilinçli veya bilinçsiz, bu vurgunun üstesinden gelebilecek gerçekten ilerici yapıtlar sahneye çıkar mı? 

Bakmamız gerek, izlememiz gerek, anlamamız gerek. 

İLERLEME VE TUZAK 

Mahir Güven’in söyleyecek sözü çok. Almanya’daki ve Almancadaki yaşıtlarını bir anda fersah fersah geride bırakmasının bir nedeni olmalı. Burada bir tuzak yattığını da eklemeliyiz. Babalarına aynı aşağılayıcı saygıyla bakmalarını, acıyla sevmelerini, nefretlerini, kafayı uyuşturma ihtiyaçlarını benzetiyoruz.  

İyi de, başarıları neden benzemiyor? Zengin somutuyla Almanya’dan değil, somutun görece daha az verimli olduğu, çok daha az Türkçeli insanın yaşadığı Fransa’dan böyle bir müdahale çıkıyor. Neden?

Mahir Güven, anlatacağı çok şey olduğunu ilk yapıtıyla ilan eden yeteneklerden. Sevindirici bir fırlaklıkla karşı karşıyayız. 

Daha ilk kitabıyla eşine pek sık rastlanmayacak kadar sağlam bir kurgu ustası olduğunu kanıtlıyor. 

Asıl önemlisi, Mahir Güven, roman kahramanlarını farklı dillerle konuşturabiliyor, düşündürebiliyor. Herkes kendi dilini konuşuyor, kendi dil kullanım kalıplarıyla düşünüyor, tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi. Yazarın tek üslubunu tüm roman kişilerinin ağzına/aklına yapıştırma kolaycılığına tanık olmuyoruz. Bu da Mahir Güven’i daha ilk adımlarında farklılaştırıyor. Roman kahramanlarının her biri kendi dilini konuşuyor. 

Başlarken yazdığımızı bitirirken de yineleyelim: Romanın bir Avrupa diliyle yazılması bizi şaşırtmamalı. Derinlerde başka bir kaynak var. Türkçenin içinden fışkıran şeyler bunlar. Türkçesiz yazılamayacak şeyler. Bunların Türkçeden önce temel ve büyük Avrupa dillerinde “terennüm edilmesi” gerekiyordu belki de. 

Ne demek istediğimiz zamanla ortaya çıkacaktır. 

OSMAN ÇUTSAY  - FRANKFURT 

GÖRSEL: Ömer Yaprakkıran

HABERE YORUM KAT