“Biznis” klas, bilemedin “Siznis” klas...

“Biznis” klas, bilemedin “Siznis” klas...

Amsterdam’dan Türkiye’ye, Türkiye’den Amsterdam’a yolculuklarda binlerce hayat birbirine karışıyor. Yazar-çizer Yakup Karahan, bu trajik yolculukların içine sızan komik durumları anlatıyor.

                                                                                                       Gülsevinciğime...

Hollanda’dan bir grup Türk kökenli işadamı olarak özel bir havayolu şirketinin girişimiyle Süleyman Demirel’i, Cumhurbaşkanı olduğu dönem, Ankara’da ziyarete gitmiştik. 

Bu havayolu şirketine ait, ön kısmı bizler için özel olarak ayrılmış bir uçakla seyahat ettik. Bir yerde bize ayrılan kısma “business class” diyebiliriz.

Ankara’da kalacağımız süre iki gün olarak belirlenmişti. Cumhurbaşkanının bizi kabulünden hemen sonra dönmemiz gerekiyordu. 

Amsterdam’a dönüş için Esenboğa’ya geldiğimde benden başka herkesin Türkiye’de daha uzun kalabilmek için dönüş biletini ertelettiğini fark ettim. 

01-yk.jpg

Avrupa’da yaşayan Türkler öyledir aslında. Yazın tatile gittiğinde bile konuşup anlaşıp kalacağı sürenin bir kısmını otel, bir kısmını “aile ziyareti” olarak ayarlar.

Lafı uzatmiim, yalnızlığımı unutup bütün enerjimi toplayarak daldım Esenboğa’daki korkunç kalabalığın arasına. 

Şimdiki gibi korona salgını falan yok, doğal olarak da korkacak pek bir şey yok, ama inanılmaz bir kalabalık var.

Bu da yetmez gibi, bizi getiren charter havayolu şirketinin uçağında da rötar var.

“Ya kapı açsalar bari” diye kendi kendime düşünürken ileride bir grubun bağrış  çağrış  yerde  baygın yatan birine yardım etmeye çalıştığını farkettim. 

Koştum, olay yerine varıp “Açılın lan işadamıyım, Cumhurbaşkanıyla görüşmeden geliyorum” dedim.

Şaka lan şaka, denir mi öyle şey hiç...

Neyse, grubun arasına dalıp baygın adamı kaldırmalarına yardımcı oldum.

Görevliyle konuşup kapıları açtırdım, hastayı dışarı aldık.

Temiz hava, kolonya, adamcağız kendine geldi, bizler de kalabalığın içindeki hayatlarımıza ve uzun süren çaresizliğimize geri döndük. 

Yaklaşık yarım saat sonra, ortalıkta dolaşırken fenalık geçiren adama tekrar rastladım, “Nasıl oldunuz, iyi misiniz daha?!” dedim. 

“Hasta mıyım ki, iyi olacağım?!” dedi.

“Pardon ama demin fenalaşmıştınız onun için...” dedim. 

“Hasta değilim ben!” dedi. 

“...?!” 

“Hasta değilim, deliyim ben deli!” deyip cebinden dörde katlanmış bir kağıt çıkardı ve bana uzattı, “Al, aha inanmıyorsan kendin oku!” dedi. 

02-yk.jpg

Baktım sağlık raporu, hızlıca okuyabildiğim kadarıyla “hastanın sosyal problemlerinden” bahsediyordu ve bir heyet imzalamıştı. 

Raporu kibarca geri uzatıp “Olur mu öyle şey, kendinize haksızlık etmeyin, ne delirmesi?!” deyip oradan uzaklaştım. 

İşkence gibi geçen uzunca bir süreden sonra uçağa alınmaya başlandık. 

Uçağa bindiğimde “business class” kısmının çoktan iptal edilmiş ve oturacağımız yerlerin “economy class”a çevrilmiş olduğunu gördüm. 

Yerime oturdum.

Yerim önden üçüncü sıra koridor tarafıydı. 

Beklemenin, kalabalığın ve kısa sürede fazlaca tekrarlanan yolculuk stresinden midemin ağrıdığını farkettim.

Sol tarafımda Karamanlı, gözleri görmeyen, eli bastonlu bir delikanlı, hemen onun yanında yeni evlendiği ve eşi olduğunu düşündüğüm temiz yüzlü bir hanım oturuyordu. Bu hanımın yolculuk boyunca hiç konuşmamasından dilsiz olduğunu anladım.

“Âmâ” delikanlıyla evermişler, çocuk ilk kez yurtdışına çıkıyor ve büyük olasılık uzun süreli yurtdışında kalmaya gidiyor. 

Hemen önümde hiç ısınamadığım ve tanıştığımıza hiç de memnun olmadığım biri var.

Benim arkamda Erzurumlu, yaşlı bir karı-koca oturuyor. Teyze tam arkamda koridor tarafında, kocası hemen onun yanında orta sırada. 

Bir de oturmaktan sıkıldığı için aralarda dolaşan Türkiye’nin Hollanda Başkonsolosluğunda görevli bir bey var.

Neyse, yorgunum ve mide ağrısından duramıyorum, uykunun beni yaşadığım gerçekten alıp daha mutlu diyarlara götüreceğine karar veriyorum.

O arada Karamanlı, gözleri görmeyen delikanlı sürekli ayağa fırlayıp, her nasıl denk getiriyor ve bulabiliyorsa “Hostes Çağırma Butonu”na basıyor. 

Dling dlong! 

Çocuk bunu bütün yol boyunca yapıyor, karısı durdurabilmek için çabalıyor ama engel olamıyor. 

Bu her ayağa kalktıkça kızcağız koluna asılıp, hiç konuşmadan “dur, yapma, etme” demeden veya diyemeden, sadece aşağı çekiyor ama gücü yetmiyor.

Neredeyse her beş dakikada bir bu çocuk kalkıp butona basıyor.

Dling dlong!

Eşi sürekli kolunu aşağı çekiyor.

Çocuk kalkıp tekrar butona basıyor.

Eşi ağzını açıp bir kelime etmeden sadece koluna asılıyor.

Çocuk her butona basışta hostes hiçbir şey olmamış, 5 dakika önce de basmamış gibi yanına geliyor, filmi başa sarıp, kendisine “training”lerde öğretildiği gibi, büyük bir sabırla, önce butonun yanan ışığını kapatıyor, sonra “Buyrun efendim ne arzunuz vardı?!” diyor. 

Bu soruya, butona basan “âmâ çocuk” her defasında, fakat her defasında “Bırakın ki inem, topraklarımda kalam, torpaklarımdan koparmayın, yaban ellere götürmeyin beni!” diye cevap veriyor. 

Hostes yerine dönüyor, bu gene butona basıyor....

03-yk.jpg

Bütün yolculuk boyunca Karamanlı gözleri görmeyen delikanlı bu eylemini sürdürdü. Sırbistan, Avusturya dinlemedi.

Karısı, bütün yolculuk boyunca bunun koluna asıldı.

Hostes, bütün yolculuk boyunca gelip ışığı kapatarak “buyurun efendim” dedi.

Bütün yolcular önce Karamanli delikanlıya, sonra eşine, daha sonra da hostese bakıp durdu.

Sen sonunda sürekli ve ısrarcı bir şekilde kalkıp butona basıyor olmasına arkamda oturan Erzurumlu amca çok sinirlenip “Eeyyoerhh ullan, n’aaggadar hayvan bir insanmış bu yaa! İkki gözleri de görmüyor ama gene de galkıyor galkıyor düdüğe basıyor. Ulan iki gözlerim de görüyor ama gene de galkmıyorum, düdüğe de basmıyorum ben!” diye bağırdı. 

Sonra hepimiz amcaya baktık.

Ben hâlâ uyumaya çalışıyorum. 

Bu arada Erzurumlu amca ayak yoluna gitti, hanımı tam arkamda oturmaya devam etti.

Bir ara uykumda biri omzuma oturdu can havliyle silkelendim, silkelenince karabasanı attım üzerimden.

“Pardon” diye bir ses geldi. 

Aaa bizim konsolosluktaki abinin sesiymiş, acı icinde kıvranıyorum, uykumdan uyanamadım yüzümü çevirip uyumaya devam ettim. 

Abi de beni rahatsız etmemek için arkaya doğru ilerledi onu hissettim. 

Ya bir beş dakika geçmeden Erzurumlu teyze “Ulan senin duracak başka yerin yok mu, de haydi skkieee başımdan terbiyesiz!” diye bağırdı. 

“Hanımefendi dokunmadım bile, ne demek istiyorsunuz siz !” diyor adam. 

Anladım ki, bu abi arkaya ilerleyip teyzenin koltuğuna yaslanmış.

Ben “İyi ki kocası tuvaletteydi lan, değilse çok kötü şeyler olurdu” diye geçiriyorum içimden. 

İnişe doğru herkes bitkin düştü de enerjisizlikten kavga çıkmadı.

Karamanlı sızdı, karısı başını onun omzuna koydu.

Erzurumlu amcayla yenge bir süre söylenerek oturdular, onlar da sonunda tarla tapan işine daldılar.

Konsoloslukta görevli ağabey “halkın henüz bazı şeylere hazır olmadığına” karar verip koltuğuna geri döndü.

Sevgili okurlar,

Devamında neler olduğunu ben de merak ediyorum aslında ama uçak inişe geçti. İnsan ayrılırken de soramıyor ki “Bundan sonraki maceralarınızı bana iletin” diye.

Neyse, bu hikâye böyle bitmemeliydi, biliyorum, ama yaşanmış bir olayı yaşandığı kadarıyla katmadan anlatma gereği duydum.

Kısa bir başka uçak hikayesiyle konuyu tatlıya bağlamak isterim.

Amsterdam-Trabzon seferinde, uçak inişe geçtiği sırada ayağa kalkan yaşlı amcalardan birine ikinci kuşak hostes arkadaşlarımızdan biri “Amcacığım kalkma, kemerini çözme lütfen uçak inişe geçti” diye uyarıda bulunuyor.

Amca da “Kızım su dökeceğim” diye durumunu açıklamaya çalışıyor.

İkinci kuşaktan iyi niyetli kızımız “Amcacığım siz bana verin ben dökerim, siz zahmet etmeyin” diyor.

Amca öfkeleniyor ve bunu kendisine yapılmış bir hakaret sayıyor.

Ee kız ne bilsin, neyin ne olduğunu? İngilizce, Almanca öğrenmiş, ama oturup bir de yerel dil mi çalışsın?

Kalın sağlıcakla...

YAKUP KARAHAN-AMSTERDAM

HABERE YORUM KAT