Mahir Güven: Avrupa’nın büyük dillerini şaşırtan bir öfke yazarı

Mahir Güven: Avrupa’nın büyük dillerini şaşırtan bir öfke yazarı

Paris’ten çıkan Mahir Güven diye bir genç adam, ilk romanıyla adeta patladı. Fransızca konuşulan dünyada art arda ödüller aldı. Bir yıl içinde birçok dile çevrildi. Herkes kullandığı dile ve kurgu gücüne şaşırdı. Kim bu Mahir Güven?

Gerçekten de bir anda patladı. Romanı “Ağabey”, Goncourt Akademisi En İyi İlk Roman Ödülü’ne layık görüldü. Ardından hemen Avrupa’nın bütün büyük dillerine, hatta görece küçük dillerine de çevrildi. Bu arada Türkçede de yayımlandı. Şaşırtıcı olan şey, sadece bu genç adamın kurgu ustalığı, konusuna ve dillere egemenliği, romana giydirdiği değişken tansiyonlar değildi. Mahir Güven, Avrupa’da yerleşik Türkiye kökenli bir toplumun görece seyrek bulunduğu bir ülkede, Fransa’da patladı. Oysa bu alanda Almancada son birkaç on yıldır epey bir deneme yapılmıştı. Yani Türkiye kökenli Almanca yazan genç insanlar, Mahir Güven’in “sorunsalını” Alman edebiyatına ve diğer sanat pratiklerine ithal edeli çok olmuştu. Ama onlar patlayamadılar. Parlayamadılar. 

Tanıdığı, iyi bildiği halkın diliyle yazdığını söyleyen, bu alandaki başarısı çok övülen Mahir Güven, sorularımızı yanıtladı.  

- Fransa’da doğup büyüdünüz. Parçası olduğunuz kuşakla, anne ve babalarınızın kuşağı arasındaki fark, gerçekten kitapta olduğu kadar acımasız mı? Yoksa biraz abartma ihtiyacı mı duydunuz? Bu iki kuşağı (babalar ve oğullar, anneler ve kızları) edebiyata dökerken, son derece politik olmuş anne ve babanızın kuşağına biraz haksızlık yapmış olmuyor musunuz? Çünkü onlar özgürlük ve eşitlik için yoğun bedeller ödeyerek Batı Avrupa’ya gelmişti... Yani daha başlarken entegrasyona hazırdılar...

MAHİR GÜVEN - Geçen sene, Almanya’da bir yıldan fazla yaşadım, Hamburg’da. Açıkçası, Fransa’yla pek benzerliğini bulamadım. Ne tarihlerini, ne dillerini, ne de dinlerini paylaşan ülkeler bunlar. Sadece savaş ve ticari ilişkileri “paylaşmışlar”. Entegrasyon konusunda Almanya’daki sorunları yorumlayamam, fakat birkaç olay duydum, bir şeyler hissettim: Bir tarafta Almanlar var; bunlar, sesini çıkarmadan çalışan yabancıya saygı duyuyorlar. Öte yandan, insanı hiç Alman olarak kabul edemiyorlar. İki, üç, dört kuşak geçsin, kalbi sol veya sağ atsın, hiçbir fark olmadığını görecekler; saygı duysa da duymasa da fark etmez, önce insanın adına bakacak, sonra yüzüne ve bir söz söylemeden, terbiye ile ayrım yapacak. Bunu kullanılan kelimelerle anlıyoruz. (Schwarzdeutsche... Deutschtürken... Siyah Almanlar, Türk Almanlar...) Saygı var, ayrım var. Alman gerçekliği gibi bir söylemde bilinçsiz bir fikir yaşıyor, oysa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşamaması gerekirdi. Ama yaşıyor gibi geliyor. 

SON GELEN HEP MAĞDUR

Fransızların ise, yabancılarla ilişkisi çok değişik. Fransa’ya son gelen, hep mağdur olmuştur. “Dış yabancılardan” önce, burada “iç yabancılar” vardı: Bretonlar, Auvergneliler, Aveyronlular, Korsikalılar... Bunlar Paris’te ufak tefek işlerde çalışırlardı. O zamanki gazeteleri okuyunca, hep horlandıklarını görüyoruz. Daha sonra, İtalyanlar, Polonyalılar geldi, onlar iç yabancıların rolünü üstlendiler. 

Ondan sonra, Fransa’nın eski sömürgelerinden, Fransız vatandaşı olan veya eskiden olan Fransız “yabancılar” geldi. O zaman bir fark yaşandı, bir tarih, bir insanlık-hafıza çelişkisi vardı. Hâlâ onları yaşıyoruz. Aynı anda, 80’lerden sonra göç eden insanlar, telefon ve uçakların aracılığıyla, memleketlerini yeni yurtlarında yaşatabiliyorlardı. Bu, çok büyük bir fark. 

Fransa’da şunu hissediyorum: Önce, isim ile, çoğunluk, insanı daha kolayca Fransız olarak kabul ediyor. İkincisi, dili akıcı ise ve diyelim “temiz” bir aksan ile konuşuyorsa, üstü başı temiz, tertipli biri ise, çalıştıktan sonra, yani işçi sınıfından çıktıktan sonra, çoğunluk, insanı Fransız olarak saymaya başlıyor. Bir de, sürekli geldiği devleti ön plana çıkarmayınca (ama memleketini, köyü, bölgeyi farklı sayalım, onlar insanın hikâyesini ve ruhunu anlatıyor çünkü). Genelde, insanın nereden geldiğini kimse sormaz, ayıptır diye, yani Mahir, Fransız veya Nantes’lı veya Türk mü, Kürt mü? Önce Mahir.

Sonra kitaba gelelim. Ben bu kitabın yazarıyım, ama karakterler ben miyim? Değilim tabii. Sahnedeki bir sihirbaz gibi çalışıyorum. Babalarının kültürlerini anlamayan iki çocuğu anlatıyorum. Aynı anda, baba ve anne de kültürünü verememiş. Bu hikâyeyi yüz yıl önce, Amerikaya göç eden Ruslar da anlatabilirdi. O iki karakter, hem bir kuşağı anlatıyor, hem de, aynı anda, bir aile hikâyesini anlatıyor. 

Açıkçası, yanlış anlamayın, kimse bana böyle bir soru sormadı ve bu soru, yanlış anlamıyorsam, bir sitem gibi geliyor... 

- Doğru algıladınız. Hafif bir burukluk var soruda…

MAHİR GÜVEN - Ben yazıyorum, edebiyat yapıyorum... Şimdi, amcamlar bu tip soruları bu kitap üzerine sorabilirlerdi, soruyu çeviriyorum, neden acaba? (Noktalamak için, ekleyeyim: Özgürlüğün bedelini ölenler ödemiyor, kalanlar ödüyor... Çünkü ölenin öldüğünden haberi yok. Felsefi bir açıdan bakınca, ölüme yürümek, riske girmek, bencil bir hareket, şoke edebilir… Bunu, sadece düşündürmesi için belirtiyorum.) 

ANNEMİN KUŞAĞINDAN İNSANLAR

- Göçmenlerin iki kuşakta bir entegrasyon mucizesi gerçekleştirdiğini söylüyorsunuz. Bu mucizenin, bu yeni ve tamamen entegre olabilmiş kuşağın (Mahir Güven kuşağının) Avrupa edebiyatına neler getirdiğini ve getirebileceğini düşünüyorsunuz?

MAHİR GÜVEN - Bu konuda, şunu düşünüyorum: Annem ve annemin kuşağından insanlarla konuşunca bunu anlıyorum. O kuşağın gençliği, büyük bir kısmı liberaldi, ama Türkiye liberalizme açık değildi. Onun için bir kuşak özgürlük ve adalet istedi. Fransız devrimine bakınca, açlığın ve özgürleşmenin devrimidir. Fransız devriminde, önce, liberal düşünürler, yüz yıl boyunca Fransa’nın dört köşesinde esti. Türkiye için de aynısını düşünüyorum. Bizler o anne ve babaların çocuklarıyız, yani dünyaya açık çocuklarız, o kadar açık ki, bazılarımız, açılarak dine de kapanabiliyor. Edebiyat, bu konuda ne mi verebilir? Loto numaraları gibi uyduracağım: İntikam edebiyatı verebilir, isyan edebiyatı verebilir, küçük burjuva edebiyatı verebilir…

- Kitabınız bir öfke dili içeriyor aslında. Baba, Azad ve Hakim’in üç ayrı öfke dili veya şivesi var. Öfkenin dili, daha önce komünizmde ve komünistlerdeydi. Onlar on yıllarca “öfkeliler topluluğunun” öncüsüydü Avrupa’da. Son 30 yılda bu sahne tamamen değişti. Romanınız bir öfke dilini (sayısız şiveye sahip bir dili) işliyor. Romanınızda acı yüklü bir sevginin ürünü olan, ancak kişisel olmaktan çok toplumsal öfkeleri işliyorsunuz. Bu öfke veya öfkeler nereye akacak, ne gibi sonuçları olacak?

MAHİR GÜVEN - Şöyle diyelim: Öfke, ideolojisini, politik ve felsefi fikirlerini er ya da geç bulur. Aslında öfke, çoğu zaman azınlık olan düşünceye sığınır. Öyle hissediyorum. Nereye akacağını bilemiyorum. Dine aktı mesela. Şirket kurmaya ve kendi kellesini kurtarmaya aktı. Gelen bombaların sigortalarını bilemiyorum doğrusu.

- Peki ya öfkesizliğin, kabullenmişliğin dilini gözleyebildiniz mi? Kitabınızda ufak fırça darbeleri halinde hiç yok değil. Öfkesizliğin dili sizce anlatılmaya değer mi? Neden anlatmaya değer veya neden anlatmaya değmez?

MAHİR GÜVEN - Nasıl anlatayım? Tabii ki anlatılmaya değer, ama öfkesizlik yaş ilerledikçe geliyor. Çalıştığım yayınevinin elemanlarına baknca, yaşı 30’dan aşağı olanlar, öfke dolu. Sanki insan 30’undan sonra rahatlıyor, çocuk olduktan sonra, ayaklar sanki yere basıyor. Bu anlattığımı, bana yıllarca, annem, anneannem, amcalarım anlattı... Peki, yaşadıktan sonra, insan anlıyor. İlk romanımda, düşünmeden bugünün Fransa’sında çok okunan sosyal eleştiri tarzına sığındım. İkinci roman da bu tarzda, sadece biraz daha “romantik”,  daha saf. Ondan sonra, daha bir gülümseten, yani komedi, mizah gibi bir şeyler üzerine çalışmak istiyorum. Bu arada bir film senaryosu için anlaşma imzaladım, komedi olacak, onunla başlıyorum herhalde.

- Sayın Mahir Güven, yanıtlarınız için teşekkür ediyoruz. 

+49 - FRANKFURT/PARİS

 

GÖRSEL: Ömer Yaprakkıran