Neo-Abdülhamid Devri... –II-
Ön not: İlginç bir tesadüf, dizi yazı olarak planladığım konu, Suriye’deki yeni gelişmelerin hemen öncesine denk düşüyordu. AKP dönemini tarihsel bakış açısıyla ele aldığımız bu değerlendirmeyle Suriye’deki ‘değişim’ ve Türkiye’nin çekildiği ‘hiza’ da örtüşüyor...
***
Bir özet geçelim: Eskiden dünya ‘düz’dü. Bir Batı, bir de Doğu vardı. Bu ‘düz dünya’nın kadim ‘anayol’u ise, İpek Yolu olarak bilinen ticaret yoluydu. O gün bilinen tüm dünyanın asli ticareti bu yol üzerinden ilerliyordu. Osmanlı da bu yola ve ‘cihan’a egemen hale gelmişti...
Evet, İstanbul, Bağdat, Tahran, Buhara ve Semerkant üzerinden ilerleyen esas yol da, Karadeniz’in ve Hazar Denizi’nin kuzeyinden, Kırım üzerinden ilerleyen alternatif yol da Osmanlı’nın denetimindeydi. ‘Cihan hakimiyeti’, esasen, yolun hakimiyetiydi.
Afrika kıtası, Mısır’ı saymazsak, bugün olduğu gibi o eski çağlarda da ‘insaniyet’ gündemi dışındaydı. Ve zaten Mısır da, bir bütün olarak Mağrip de Osmanlı’nındı.
Ümit Burnu’nun dolaşılması ve ticaretin belli bir bölümünün denize kayması durumu fazla değiştirmedi. Portekizlilerin o hamlesini Osmanlı da Hint Okyanusu’na donanma indirerek karşıladı.
Lakin batıya ilerleyerek Çin ve Hindistan’a ulaşma fikri Amerika kıtasının keşfi ve sömürgeleştirilmesiyle sonuçlanınca hem insanlık hem de Osmanlı için bambaşka bir dönem başladı. Etkisini fetihlerden ve dünya ticaretinden aldığı haraca borçlu olan imparatorluk, üretimle beslenemediği için bu yeni döneme uygun bir yapıya sahip değildi. ‘Düz dünya’nın köprü başını tutan Osmanlı, dünya yuvarlaklaşınca çatırdamaya başladı...
- Yüzyıl’da hızlı bir çöküş sürecine giriliyordu. 1854 senesinde, biraz da özendirme ile alınan ilk büyük dış borç 23 yıl içinde geri ödenemez hale geldi ve Osmanlı ekonomisi hızla emperyalist devletlerin kontrolüne girdi. ‘İmparatorluk’ birkaç on yıl içinde parça parça dökülen koca bir yarı-sömürge haline geldi.
Kapitülasyonlar bir vakıadır. Öte yandan, Osmanlı’yı borçlanmaya götüren sürecin bir diğer önemli bileşeni, modern tabirle ‘dış ticaret açığı’dır. 1838’de İngilizlerle yapılan ticaret anlaşması Osmanlı pazarını sorunsuz bir biçimde İngiliz şirketlerine açıyordu. Bu anlaşmayı diğer ülkelerle yapılan anlaşmalar izledi. Batı’nın üreten emperyalist ülkeleri Osmanlı’nın tüketim alışkanlıklarını da belirliyor, ülke kaynakları dışarı aksa da elde edilen gelir ithal edilen ürünlerin bedelini karşılayamıyordu. Böylelikle dış ticaret sürekli açık vermeye başladı.
Açığı kapatmak için alınan borçların faizleri bile kontrolden çıkmıştı. Öyle ki, kısa sürede Osmanlı’nın tüm ekonomisi uluslararası tefecilerin kontrolüne girdi. Bir önceki yazıda Düyunu Umumiye’den söz etmiştik.
Dahası, yatırım gücünden yoksun olan Osmanlı, akbabalar gibi üzerinde dolanan büyük emperyalist kuvvetlere yapacakları yatırımlar karşılığında inanılmaz imtiyazlar da sağlamaya başladı.
Çarpıcı bir örnek olarak Bağdat Demiryolu’ndan söz edebiliriz. Osmanlı, demiryolunu inşa edecek olan şirkete olası tüm zararları için parasal garantiler veriyor; demiryolunun geçeceği araziler hazine tarafından bedelsiz olarak tahsis ediliyor; kullanılacak tüm malzemenin ülke kaynaklarından bedelsiz temin edilmesi sağlanıyor; demiryolunun her iki tarafındaki 20’şer kilometrelik alanda bulunabilecek her türlü madenin işletme hakları şirkete bedelsiz aktarılıyor; keza mevcut ve keşfi muhtemel arkeolojik buluntular şirket tasarrufuna bırakılıyor, tüm şirket faaliyetleri vergiden muaf oluyordu. Bu imtiyazları bugünün ödeme garantili köprü ve otoyol projeleriyle pekala karşılaştırabiliriz...
Bağdat Demiryolu’nu sıradan bir örnek gibi ele almamak lazım. Aslına bakarsanız, ilk büyük dünya savaşının ana gerekçesi bu demiryolu etrafında dönen emperyalist kapışmadır. Demiryolunun inşasının Almanya’ya verilmesi Fransızları ve İngilizleri ziyadesiyle rahatsız ediyor, kendi egemenlik alanlarına yönelik bir tehdit olarak algılayıp Basra’ya, hatta Bağdat’a ulaşmaması için ellerinden geleni yapıyordu; ayrıca, Rusya hattın güzergahını zorla değiştirtiyordu.
Sonunda insanlık katar katar savaşa doğru ilerlemiş oldu...
‘Eski dünya’ savaşa doğru hızla ilerlerken, Osmanlı’nın başında uzun süre İkinci Abdülhamid hüküm sürdü.
Şimdinin AKP iktidarı tarafından sipariş üzerine yapılan dizilerin elbette bir ciddiyeti yok; biz Abdülhamid’i, Osmanlı’nın ‘Hasta Adam’ olarak resmedildiği çizimlerdeki biçare haliyle hatırlıyoruz.
Gerçekten de öyledir.
İÇTE İSTİBDAT, DIŞTA ‘DENGE’
Abdülhamid’in tüm zulmü Osmanlı halklarınadır. 33 yıllık iktidarı boyunca içeride yürüttüğü istibdat siyasetine tezat biçimde, emperyalist Batı karşısında, şahsiyetsiz ve çoğu zaman haysiyetsiz bir denge siyasetinin uygulayıcısı oldu. Emperyalistlerin her birine verdiği tavizleri, onlar arasındaki güç dengelerini kullanarak dengelemeye çalıştı da denebilir.
Abdülhamid, iktisaden çökmüş, askeri gücü çağın çok gerisinde kalmış olan Osmanlı’nın, başka deyişle tahtının bekasını sağlamak için halifelik sıfatını o güne dek olmadığı kadar öne çıkardı. Öte yandan, 19. Yüzyıl boyunca güçlenen ve çoğunluğu farklı emperyalist ülke çıkarlarının Osmanlı’daki temsilcisi haline gelen bürokratlara karşı ulemayı güçlendirerek içte de bir denge yaratmaya çalıştı. Böylelikle ‘Payitaht’ta kocaman ve hantal bir asalaklar topluluğu oluştu.
Bugün de benzer bir kaderi yaşıyoruz.
AKP iktidarı dönemi korkunç bir yağma dönemidir. Ülkenin tüm zenginliği iktidar mensupları ve yandaşları tarafından konsorsiyumlar halinde kapışılırken, dış ticaret açığı ve tabii dış borçlar inanılmaz boyutlara ulaştı. Emperyalist sermaye, başta finans olmak üzere ülkenin bütün hayati sektörlerine egemen hale geldi. Türkiye iktisaden battı. Ülke kaynakları emperyalistlerin egemenliğine girdi.
Tüm bu süreç iç siyasette iki sac ayağı üzerinde yükseldi: Birincisi, iktidar dini istismar ederek ve tabii Osmanlı’nın ‘ulema’ artıklarını, yani günümüz tarikatlarını ihya ederek rıza üretti. Elbette bu tek başına yeterli değildi; ‘aydınlanmış’ kesimler üzerinde baskı rejimi kurmaksızın iktidar sürdürülebilir olamazdı.
İktidardaki 20 küsur senenin önemli bir bölümünü gerçek hakim olarak geçiren AKP orduyu, yargı mekanizmasını, özetle geleneksel devletin tüm fren ve supaplarını yok ederek keyfi idare dönemine geçti. Bu keyfi idare altında demokratik kırıntılar, dolayısıyla hakiki muhalefet koşulları da büyük ölçüde ortadan kalktı. Ayrıca, özellikle tarikatların manipüle ettiği yığınlar muhalif kesimlere karşı kışkırtılarak toplumda büyük yarılmalar yaratıldı.
İçteki bu cinnet ortamına karşılık dış siyaset Abdülhamid dönemini aratacak denli şahsiyetsiz ve çoğu durumda haysiyetsiz bir halde seyrediyor. İçeride kurulmuş olan istibdat rejimi, dış ilişkilerde her emperyalistin gönlünü hoş etme biçiminde tezahür ediyor.
En başta doğalgaz bağımlılığı dolayısıyla Rusya karşısında şekilden şekle giren AKP iktidarı, diyet borcunu nükleer santral ihalesi ya da S400 alımı gibi rüşvetlerle ödemeye çabalarken, Batı emperyalizminin her türlü tehdidine boyun eğiyor. İç siyasette ‘Dünya Lideri’ diye takdim edilen Tayyip Erdoğan, ABD-Avrupa-İsrail hattından ayrılamıyor. AKP iktidarı, iktisadi bağımlılık ve mal varlığı/dünya bankalarındaki servetlerin açıklanması tehdidi ile kukla gibi oynatılıyor. IMF ile imzalanmış protokoller olmasa bile, tüm faturanın emekçilere/emeklilere çıkarıldığı adı konmamış bir IMF programı uygulanıyor; uluslararası tekeller ülke tarımından bankacılık sistemine kadar Türkiye’nin kaderini elinde tutuyor. Abdülhamid dönemine benzer bir yarı-sömürge ilişkisi yaşıyoruz.
TEHLİKELİ OYUNLAR
Türkiye’ye siyasi bakımdan bölgede biçilen rol de bu bağımlılık ilişkisinden azade değil. Bir yandan dev bir göçmen tamponu haline getirilen Türkiye, bölgede ABD-Avrupa-İsrail çıkarlarının muhafızı olarak kullanılıyor. İç siyasete Suriye’de İslam’ın teminatı gibi yansıtılan bu rol, aslında emperyalist çıkarların ve tabii İsrail’in güvenlik ihtiyaçlarının hizmetkarlığından başka şey değil. Kürt meselesinde AKP-MHP tarafından bir kez daha ısıtılarak servis edilen ‘ikinci açılım süreci’ni bir önceki uzun yazıda analiz etmeye çalışmıştık; özetle, söz konusu ‘açılım’, bölgenin emperyalizm tarafından yeniden şekillendirilme süreci içinde anlam kazanıyor. Korkarım, Türkiye gelecekteki ‘pis işler’de kullanılmaya devam edecek. Bir zamanlar Abdülhamid halifeliği tahtını korumak için kullanırken, bugün Tayyip Erdoğan’ın üzerine giydirilen ‘kullanışlı İslamperverlik’ de bir yandan iktidarın sürdürülmesine yarıyor, bir yandan da bölgesel emperyalist çıkarların hizmetine sunuluyor...
Bölgede ve Türkiye’de tehlikeli biçimde alevlendirilen mezhepçiliğin, pek çok başka niyetin yanı sıra, İran Şia’sına karşı bir ‘halkla ilişkiler’ kampanyası olmadığını kim söyleyebilir ki?
Son tahlilde Türkiye’de artık içi boş bir kabuk haline gelmiş olan ‘cumhuriyet’ esasen Abdülhamid’in son yıllarını andırırken, ülkenin büyük bir çöküş ve altüst oluşa doğru sürüklendiğini, aslında çöküşü bir süreç olarak yaşamakta olduğunu tespit etmek gerekir. Akıbetimizin ne olacağını ise emekçi sınıfın gelişmelere müdahale kabiliyeti belirleyecektir.