Neo-Abdülhamid Devri... –I-
Ön not: Türkiye’nin bugün yaşadığı iktisadi, siyasi ve toplumsal çöküş süreci bir bakıma ‘tarihi tekerrür’ olarak ele alınabilir. ‘Geç Osmanlı’ tabir edebileceğimiz dönemle şaşırtıcı benzerlikler yaşıyoruz. Bugüne nasıl geldiğimizi, düne bakarak değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Birkaç yazılık bu dizide, elbette hayli özet olarak yaşadığımız süreci ele almaya, tarihsel bir perspektif sunmaya çalışacağım. Bu yazı dizisinin sonunda ilgilileri için yeni bazı tartışma konuları oluşmasını umuyorum...
***
Osmanlı’nın mirası lanetli bir miras. Öyle ki, geçmiş zamanların gölgesi bugünün üzerine tüm karanlığıyla çöküyor. O karanlığı bir türlü dağıtamıyoruz...
Kısa bir özet geçelim...
Malum, Osmanlı’nın kuruluşuna dair bugüne ulaşmış herhangi bir belge yok. Rivayetler var. Ciddi tarihçilerin çoğunun mutabık olduğu üzere, Osmanlı Beyliği çok istisnai koşulların bir araya gelmesiyle devletleşmeyi başardı: Bir uç beyliği olması büyüme konusunda en önemli avantajıydı. Osmanlı ‘fırsatları değerlendirmeyi’ becerdi; Bizans’la kah işbirliğine giderek, kah onun zayıf yanlarını istismar ederek etkinliğini artırdı. Düşmanlarına karşı konjonktürel ittifaklar kurmada ve daha sonra müttefiklerini sırtından vurmada çok mahirdi.
Gelibolu’da, bugün bile yeri tartışmalı Çimpe Kalesi üzerinden Avrupa’ya sıçrayan Osmanlı, bir yandan cephe gerisini temizlemeyi ihmal etmedi. Gerek rüşvetle, gerek ezerek Anadolu beyliklerini birer birer yuttu, otoritesine tehdit gördüğü Türkmenleri büyük kitleler halinde katletti ve imparatorluk olma yolunda epey hızlı adımlar attı.
ÜRETMEYE GEREK YOK, EL KOY...
Lakin Osmanlı’nın bize de miras kalan büyük bir zaafı vardı: ‘Üretici’ bir toplumsal yapı yaratmayı hiç beceremedi. İş işten geçene kadar padişahların bunu dert ettiği de söylenemez zaten. Fetihler, ganimetler ve dolayısıyla vergilendirilecek/haraç alınacak yeni topraklar üzerinden büyüyen bir imparatorluk payitaht için gayet tatmin ediciydi. Dünya kılıcın ucunda dururken tezgahta çamurdan testi yapıp yün eğirmenin ne kıymeti olabilirdi ki? Günlük ihtiyacı görecek üretim, tebaanın uğraşacağı değersiz bir işti.
Üretimin değersizliğine çarpıcı bir örnek vermek istiyorum. Süreyya Faruki (Suraiya Faroqhi) hocamızın Osmanlı zanaatkarlarıyla ilgili yapmış olduğu bir çalışmada (Osmanlı Zanaatkarları, Kitap Yayınevi, 2011) Mısır’ın fethinden sonra Kahire’deki canlı zanaatkar yapısının çözülüşünden söz edilir: Zanaatkarlar kazandıklarını vergiye kaptırmak yerine, yeni fethedilecek topraklardaki yağmadan pay almak için dükkanlarını kapatıp orduya katılmaya başlamıştı!
Konu haraç, kibarcasıyla ‘vergi’ olunca ticaret ayrı bir önem taşıyor tabii...
Malum, Osmanlı, Doğu ile Batı arasındaki kadim ticaret yollarının üzerinde yükselmişti. Bu ticaret yolları ‘eski dünya’ iktisadının can damarıydı, dünya ticareti bu yollardan gerçekleşiyordu. Osmanlı sadece Anadolu geçiş yolunu değil, Karadeniz’in kuzeyini, Ön Asya ve Mağrip’i de kontrolü altına almış, Batı’yı ‘egzotik’ Doğu’ya bağlayan tüm geçiş yollarını tutmuştu. Osmanlı haracı, elbette doğuya ilerledikçe eklenen yeni geçiş bedelleri ve kervanlara yönelik alışılageldik saldırılar ticaret maliyetini hayli yükseltiyordu.
Batılı tüccarlar ve tabii onların menfaatlerini gözeten devletleri, maliyetleri düşürmek için hep yeni yollar aradı. ‘Keşifler’ diye bildiğimiz sürecin esas motivasyonu başta Osmanlı haracı olmak üzere kadim yolun bu maliyetinden kurtulma umududur.
SONUN BAŞLANGICI: AMERİKA
İlk ciddi adım olan Ümit Burnu’nun dolaşılması yeterince tatminkar sonuç vermedi çünkü Osmanlı da Hint Okyanusu’na donanma yolladı. Ticaret yollarının kendi denetiminden çıkmasına izin veremezdi. Okyanusta ve Hindistan kıyılarında Portekizlilerle bitmek bilmez deniz savaşları başladı.
Öte yandan, alternatif olarak batıya ilerleyip Hindistan’a varma fikri yeni kıtanın keşfiyle sonuçlanacaktı.
Osmanlı açısından sonun başlangıcı da bu yeni kıtadır, ‘Amerika’dır.
Yeni kıtadaki yerel uygarlıkların özellikle İspanyollar tarafından yağmalanması, haliyle Avrupa’ya getirilen altın ve gümüşler Osmanlı ekonomisine ilk büyük darbeleri vurmaya başlamıştı. Bakın, basit bir süreçten söz etmiyorum; Amerika’nın keşfinden sonraki yüzyılda Avrupa’daki altın ve gümüş varlığı tam yedi kat arttı. Bu gelişme, tabiri caizse dünyanın o güne kadarki dönüş şeklini değiştirdi. Öyle ki, 16. Yüzyıl sonunda Osmanlı ilk büyük devalüasyonu gerçekleştirmek zorunda kaldı.
Evet, Osmanlı, bu yeni ‘para’ akışının şaşkınlığı içinde kadim ticaret yollarının hakimiyetini nasıl koruyacağını, Akdeniz ticaretinden nasıl pay alacağını hesaplarken ve hatta bu yönde ‘parlak’ bir fikir olarak ‘kapitülasyonlar’ dönemini başlatırken, Batı yeni kıtayı sömürgeleştirerek devasa bir ekonomik girdi yaratıyor ve bir yandan da başta Hollanda olmak üzere belli başlı merkezlerde işbölümüne dayalı manifaktür üretim süreciyle sanayi devrimine doğru giden yolculuğun ilk adımlarını atıyordu. Avrupa’da kapitalizm yeşeriyordu.
Ve elbette kendilerini ‘cihan hakimi’ zanneden Osmanlı padişahları dünyanın ilerlediği istikameti anlamaktan çok uzaktı. Üretimsiz ekonomi bugün bildiğimiz adıyla ‘cari açık’ yaratıyor, hantal devlet yapısını finanse etmek için sürekli ağırlaşan vergilere başvuruluyor, vergilerin yarattığı hoşnutsuzluk merkezkaç eğilimleri güçlendiriyor, imparatorluğun geniş topraklarında isyanlar kuluçkalanıyordu.
Uzun uzun anlatmanın lüzumu yok; neticede Osmanlı bir ‘cihan imparatorluğu’ olmaktan, didiklenecek bir ‘leş’ olma seviyesine doğru hızla düştü. İçteki isyanlara, akbabalar karşısında verilen umutsuz savaşlar eşlik etmeye başladı.
İFLAS...
Nihayet 19. Yüzyıl’ın ortalarında o mağrur ‘cihan imparatorluğu’ iflas etti. Ağır vergiler çıkarılmış, halkın ‘yastık altındaki’ altın ve gümüşleri toplanmış, ‘kaime’ (bir çeşit hazine bonosu / banknot) basılmış ama hiçbiri fayda etmemişti. 1850’lerde, o güne kadar ‘kafire el açma’yı zül gören Osmanlı, İngiliz ve Fransız bankerlerin eline düştü. 1854’te alınan ilk büyük dış borcun ardından yeni borçlar birbirini takip etti; sadece 23 yıl sonra, Osmanlı bırakın borçların ana paralarını, faizlerini ödeyemez hale geldi. Sadece 23 sene! Bugünle benzerliği şaşırtıcı, değil mi?
Kapitülasyonlarla hukuki altyapısı zaten oluşturulan yarı-sömürgeleşme süreci 1881’de –lütfen teşbihi mazur görün- Düyun-u Umumiye ‘Pavyonu’nda son buldu. Düyun-u Umumiye, Osmanlı’nın tüm gelir idaresini adım adım emperyalistlerin eline bırakan bir müessese olarak kuruldu ve kısa sürede birçok vergiyi bizzat toplamaya başladı. ‘Pavyon senedi’nin altındaki imza, AKP dönemi Türkiye’sinde uyduruk dizilerle bir çeşit ermiş mertebesine yükseltilen İkinci Abdülhamid’e aittir...
Buraya kadar Osmanlı’nın yüzyıllara yayılan yolculuğunu her biri hakkında ciltler yazılabilecek iktisadi evreler halinde özetlemeye çalıştık. Zira politik tarih her zaman iktisadi olana tabidir.
Bir örnek olması bakımından değinelim, matbaanın Osmanlı’ya geç girişi, genel kabul olarak, bağnaz din adamlarının itirazlarına bağlanır. Halbuki Osmanlı’nın iktisadi gelişkinlik düzeyi, tabii buna bağlı olarak toplumsal yapısı matbaayı talep etmiyordu ki... Avrupa’dan neredeyse üç yüzyıl sonra Osmanlı topraklarında ilk matbaayı kuran İbrahim Müteferrika, yaşamının son 18 yılına denk gelen o ‘matbaalı’ dönemde (1729-47) toplam 17 kitabı 500’er adet basmıştı mesela. Manzara budur.
Başka deyişle, Osmanlı’da iktisadi ve toplumsal ilerlemeyi frenleyen bir dinsel gericilik olgusundan ziyade, hanedanın içine sürüklendiği derin bunalımda kendi varlığını idame ettirmek için beslediği ve kullandığı bir dinsel gericilikten söz etmek daha doğrudur.
Yoksa Osmanlı’nın parlak dönemlerinde İstanbul Avrupa’nın en ‘renkli’ merkeziydi. Avrupa’da özellikle Katolik bağnazlığının egemen olduğu yüzyıllar boyunca ‘eğlenceli ve şehvetli geceler’i ile meşhur İstanbul sadece tüccarlar için değil, Avrupa’nın pek çok ‘alemci’ maceraperesti için de bir çekim merkeziydi. Bir Venedik ‘balyos’u (büyükelçi denebilir) o dönem İstanbul’unu şöyle tarif ediyordu:
“Osmanlı hayat tarzının serbestliği, Osmanlı kadınlarının şehveti ve mühtedilerin yoz gelenekleri bir azizi bile şeytan yapabilir.” (İstanbul’daki Venedikliler, Eric R. Dursteler)
DİNİN ‘KULLANIM DEĞERİ’...
Anlaşılan o ki, Osmanlı’nın çöküş dönemine kadar geçen yüzyıllar içinde dindarlık kendi mecrasında farklı ekoller olarak, toplumsal hayatın üzerine çökmeden, siyasi etkisi sultanın gücüyle sınırlı biçimde var oldu. Kullanışlı olduğu yerlerde kullanıldı.
Osmanlı’nın geç dönemindeki dindarlaşma da aynı biçimde ‘dinin kullanım değeri’yle ilgilidir. Bunu biraz açmakta fayda var...
‘Geç Osmanlı’da elbette imparatorluğun çöküşe sürüklendiğini öngören münevverler vardı. Saray da gidişatın farkındaydı. Osmanlı topraklarına göz diken Avrupa devletlerinin varlığı bir vaka iken, imparatorluğun dört bir yanında, özellikle gayrimüslim kesimlerde ulusal bağımsızlık fikri gelişiyordu. Bu atmosferde, imparatorluğun bütünlüğünü koruyacak tedbirler tartışılmaya başladı.
Aynı süreç tüm dünyada bir ‘uluslaşma’ evresini ifade eder. Asilzadeler ve onların toprak egemenliğine dayalı toplumsal piramitleri, merkezileşen sermaye ve büyüyen şehirler için fuzuli birer yük haline gelmişti. Kapitalizm feodaliteden bakiye kalan bu yapıyı çözdü ve toplumu bir arada tutacak daha üst bir siyasal birliği, ulus-devletleri inşa etmeye başladı.
Peki, Osmanlı ülkesini bir arada tutacak olan çimento ne olabilirdi? Bir akım olarak Osmanlıcılık bu tartışmalar içinde gelişti. Keza bir çeşit federalizm anlamına gelen ademi merkeziyetçilik de aynı arayışa verilen bir başka yanıttı. İlki Osmanlılık temelinde bir çeşit ulusal bütünlük geliştirilebildiği takdirde ülkenin uçuruma sürüklenmekten kurtulacağını umuyor; diğeri ise imparatorluğun çeşitli unsurlarında gelişen bağımsızlık arzusuna karşı federal yapıyla bir çözüm bulunabileceğini, böylelikle bekanın sağlanabileceğini savunuyordu.
Ne var ki, gayrimüslim tebaanın ayrılıkçı eğilimlerini dizginlemek için geliştirilen ‘Tanzimat’ ve ‘Islahat’ adımları bir işe yaramadı. Bilakis, gayrimüslimlere sağlanan avantajlar bu kesimde ‘tefeci-bezirgan’ sermayenin güçlenmesiyle sonuçlandı. Haliyle bu sermaye kendi kaderini hiç de Osmanlı’nın kaderiyle ortak görmüyordu.
Bir başka alternatif olarak gelişen ‘ümmetçi’ anlayış, Osmanlı ülkesini en azından bir İslam toplumu olarak bir arada tutmayı, dini ulusal birliğin çimentosu haline getirmeyi öngörüyordu. Abdülhamid’in doktrini budur. Hanedan açısından da en rasyonel olanı, kuşkusuz, ‘İslam birliği’ne yatırım yapmaktı.
Ne var ki, (daha sonra aynı arayışlara yanıt vermek üzere geliştirilen Türkçülük ya da Prens Sabahattin’e özgü ademi merkeziyetçilik de dahil olmak üzere) tüm ‘felaketten çıkış’ fikirleri üst-yapısal olmakla maluldü. Oysa toplumun iktisadi temelinde köklü değişiklikler gerçekleştirmeksizin hangi fikri savunursanız savunun kaçınılmaz sonu engelleyemezsiniz. Geç Osmanlı’daki tüm reform girişimleri bu nedenle hayal kırıklıklarıyla sonuçlandı. Fermanlar yayınlanıyor, bir dizi kişisel özgürlük ve mülkiyet hakkı tanınıyor, eski parlak günlere özlemle her reform hamlesine hazin bir ordu modernizasyonu çabası eşlik ediyor, lakin hevesler kısa zamanda sönüyordu.
Öte taraftan, kişisel özgürlükleri, I. Meşrutiyet’i falan beyhude görüp İslam’a yatırım yapan Abdülhamid’in ümmetçiliği de aynı kaderi yaşadı. Arap kabileleri başta olmak üzere çok güvendiği Müslümanlar ‘Halife Efendimiz’i birer birer sattı.
O dönemden geriye kalan bakiye dinci bağnazlıktır ve ‘geç Osmanlı’ya, başka deyişle imparatorluğun yarı-sömürgeleşme ve çöküş dönemine niteliğini veren de budur.
Özellikle İkinci Abdülhamid döneminde sultanın ‘halifelik’ sıfatına tarihte hiç olmadığı kadar büyük bir önem atfedilmişti. Abdülhamid, iktisadi olarak çökmüş, isyanlar ve savaşlarla perişan hale sürüklenmiş Osmanlı’nın, haliyle hanedanının ömrünü biraz daha uzatabilmek için içte dinin ve istibdadın gücüne yaslanıyor, dışta ise kifayetsiz bir ‘denge siyaseti’ne umut bağlıyordu. Osmanlı ülkesini yağmalamak için uygun fırsatları kollayan büyük emperyalist kuvvetler arasında pinpon topu gibi zıplıyor, onların arasındaki çelişkilerden faydalanmaya çabalıyor, her birinin gönlünü hoş tutacak formüller arıyordu. (Yazık, aradan 100 yılı aşkın bir zaman geçti, bugün de benzer bir manzarayla muhatabız.) Öyle ki, İngilizleri huzursuz eden Hindistan Müslümanlarını desteklememesi için Afgan Emiri’ne halife sıfatıyla ricada bile bulunmuştu.
Saray, dini ve ulemayı bir aparat olarak kullanıyor, ulema da savaşlardan ve açlıktan kırılmakta olan fukara milletin tepesinde toplumsal bakımdan ayrıcalıklı bir zümre olmanın keyfini çıkarıyordu. Pek çok tarikatın/kolun devlet kapısına, buradan emperyalist merkezlere bağlanması Osmanlı’nın son dönemine denk düşer. O vakitten sonra da namuslu/münferit istisnalar dışında bu toprakların tarikatları ve dinciliği hep emperyalistlerin hizmetinde olmuştur.
Şimdi, cumhuriyetin çöküş sürecinde de tarikatlar ve dinci bağnazlık yine aynı tarihsel konuma oturuyor.
Buradan devam edeceğiz...